Farklı bir yaşam yaratma iddiasında olan herkes öyle ya da bu böyle bu sistem içinde şekillenmiş; onun bencillikleri, erkeklik-kadınlık anlayışı, geri tarafları, korkuları, açmazları, menfaat ilişkileri, hastalıklarıyla bir benlik kazanmıştır.
Bu benlik yıkılmadan mücadele insanı olunamaz. Değişimi kendisinde başlatmayan hiç kimse sisteme karşı mücadele iddiasında bulunamaz. Mücadele bir arınma sürecidir. Sadece sistemin dayattıklarına karşı kaba bir itiraz, kaba bir karşı koyuşla direniş olmaz. En büyük mücadele, her şeyden önce insanın kendisiyle yüzleşmesi, alternatif ilkelere ve ölçülere göre kendisini yeniden yaratması, yeni alışkanlıklar kazanması, kabul ve ret ölçüleri edinmesidir. Düşmanın bizim elimizle, bizim içimizde gerçekleştirdiği her eylem veya yönelim tekil değil, kolektiftir. Yapan kadar yaptıran, yapılmasına göz yuman, bunu görmezden gelen de sorumludur. Bu, öyle çok tasarlanarak yürüyen bir süreç değildir. Çoğu zaman yapanlar yaptıklarının suç olduğunun bile farkına varamaz, yaptığında sorun görmez. Asıl tehlikeli olan bu geriliğin ve ilkelliğin normal görünmesi, normalleştirilmesidir.
Mücadele kurumları içerisinde kendi benliğine dokundurtmayan, kendini yeterli gören, “kendine hayran” her anlayış, objektif olarak sistemin özelliklerini koruyan, farkında olsun ya da olmasın sistemin sözcülüğünü ve temsilciliğini yapan anlayıştır. Asıl savaş ve mücadele kendi içimizdeki düşmanla, onun alışkanlıkları, özellikleri, anlayışıyla olmak zorundadır. Herhangi bir mücadele kurumunun başarı ya da başarısızlığının ölçüsü yaratmış olduğu kişilik dönüşümüdür. Kürt hareketinin yıllardır “Biz mücadelenin yüzde 90’nını kendi içimizde veriyoruz” sözü burada anlam kazanmakta ve esaslı bir ideolojik dönüşüme işaret etmektedir. Yeni bir kişiliğin yaratılmasının yolunu göstermektedir. Eski benlik mücadeleye değil eskiyi korumaya, eskiyi yaşamaya, ortaya çıkan yeniye ayak diremeye meyillidir. Mücadelenin ölçülerini söz düzeyinde kabullenmiş ancak eski edimlerinden, hastalıklarından arınmamış ya da onda ısrar edenler mücadeleye en büyük zararı verenlerdir.
Her taraftan kuşatılmaya, her türlü özel savaş yöntemiyle tasfiye edilmeye çalışılan HDP’ye son birkaç gündür yaşananların verdiği zarar, sistemin son 5 yılda amansız saldırılarla verdiği zarardan çok daha büyüktür. HDP’nin üzerinden yükseldiği, can damarı olan kadın özgürlük ilkesi konusundaki son derece geri ve hatta ilkel yaklaşımlar “içimizdeki düşmanın” marifetleridir. Bu saldırılar aynı zamanda temelini iktidarcılıktan, mülkiyetçilikten, sahiplik duygusundan, kişisel tatmin arayışından, ne oldum delisine dönmekten, menfaatçi anlayışlardan ve bunları kendisine hak görmekten almaktadır. Tuma Çelik veya Mensur Işık’ın son pratikleri partiye karşı içeriden yürüyen kolektif saldırının son dalgasıdır. Bu mesele sadece bir kişinin yaptıklarıyla ya da onun pratikleriyle ilgili ya da sınırlı değildir. Mesele bu anlayışların bu tür ortamlarla yaşam şansı bulması, bu kişiliklerin kendisini bu ortamlarda yaşatması, yaşatabiliyor olmasıdır. Kadına yönelik şiddet ya da saldırı HDP’yi var eden yeni yaşam anlayışına göre yetersizlik veya eksiklik değil suçtur.
Bu iki pratik bile tek başına mücadele kurumlarının yeniden kendi ilkeleri ve doğruları konusunda yüzleşmesinin ne kadar elzem ve ertelenemez olduğunu göstermiştir. Bu anlayışlarla uzlaşılamayacağını, bunların idare edilemeyeceğini kanıtlamıştır.
Dolayısıyla mücadele iddiasında olanlar yeniden kendi “içimizdeki düşmanla”, erkeklik anlayışıyla, hatta “sistemin yarattığı kadınlığıyla”, alışkanlıklarıyla, mücadeleye zarar veren hastalıklarıyla yüzleşmek zorundayız. Hiç kimse meseleyi kişiselleştirerek bir başka vahim olaya sebep olacak pratiğe imza atana kadar köşesine çekilme kolaycılığına kapılamaz, kapılmamalıdır. Bu musibetler kazanıma dönüştürülebilir, kadın özgürlük mücadelesinin gerekçesi yapılabilir. HDP’nin mücadele deneyimi ve birikimi bütün bunların üstesinden gelebilecek güçtedir. Dışarıdan ve içeriden gelen her saldırı eğer öldürmüyorsa, güçlendirmelidir.
Öte yandan parti içinde, partinin varlığına saldırmak için bu tür gerilikleri ya da suçları gerekçe yapanlar da “içimizdeki düşmanın” bir başka çehresidir. Bu saldırı organizedir, çok boyutludur ve “kadın” hassasiyeti şekline bürünerek, HDP’nin ve onun siyasi çizgisinin ortaya çıkardığı “kadın mücadelesini ve kazanımlarını” hedef almaktadır. Partinin kadın kazanımlarını korumak ve geliştirmek partinin varoluş değerlerini korumak ve geliştirmektir. Saldırı kolektif olduğuna göre karşı koyuş daha da kolektif olmak zorundadır. Parti değerlerden, ilkelerden ve bu ilkeleri hayata geçirecek insanlardan oluştuğuna göre, aslolan mücadele içerisinde yer alanların tek tek gösterdiği duyarlılıktır.
Kadına yönelik her türlü suçun, cinayetin, saldırının siyasi ve ideolojik olarak birinci dereceden sorumlusu, destekçisi, planlayıcısı olan partilerin, çevrelerin, iktidarın ne söylediğinin ise hiçbir önemi yoktur. 13 yaşındaki çocukların istismarını meşrulaştırmak ve buna yasal kılıf uydurmak için didinenler, “kadını erkekle eşit” görmeyip erkeğin kölesi olarak kodlayanların derdi kadına yönelik şiddet ya da kadın haklarının korunması değildir. Dolayısıyla onların bu meselelerde HDP’ye söyleyecek tek bir sözleri yoktur, olamaz da.