Onlarca yıllık neoliberal dünya düzeni çoktan dağıldı. Uzunca bir süredir yerine neyin konulacağı denemeleri vardı. Kimsenin net bir stratejiyle hareket edemediği bir belirsizlik dönemiydi bu. Şimdilerdeyse yeni bir dünya düzeni kurma doğrultusundaki yeni bir stratejinin kimi çizgileri belirginleşiyor. Bu stratejinin en önemli halkasını emperyalist kapitalizmin üretim-dolaşım-tedarik ağlarını güvenceye almak, bu güvencenin anahtarına sahip olacak hegemonik gücün kim olduğunun altını çizmek oluşturuyor. Önceki dönemde varolan titreklikler daha net çizgiler kazanmış durumda. İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırganlığı bu geçişin cisimleşmiş ifadesidir.
Lübnan için yıllardır tasarlandığı anlaşılan planın bir anda pratiğe taşınması ve aynı anda Suriye, Yemen, Filistin ve İran’ı hedefleyen saldırıların düğmesine basılmasını bu açıdan tek başına İsrail’in ve özelde de Netanyahu’nun işi olarak okumanın da doğru sonuçlara, dolayısıyla politik tutum almaya götürmeyeceği açık. Yaşananlar, Netanyahu’nun koltuğunu koruma refleksi ya da ABD seçimleri öncesinde boşluğu değerlendirerek hareket alanını genişletme, İsrail’in sınırlarını yeniden çizecek bir fırsata dönüştürme, ABD’yi de savaşın içine çekme gibi alışılmış kalıplarla açıklanmayacak kadar net bir gerçeği ifade ediyor: Olup bitenler ABD ve İngiltere emperyalizmiyle onların önemli ölçüde güdümlerine aldıkları ve en önemlisi de onlarla ortak kaygı ve hedeflere sahip Avrupalı emperyalistlerin kurmak istedikleri yeni dünya düzeninin Ortadoğu’yla başlayan fragmanıdır.
Bu dünya düzeni enerji başta olmak üzere tedarik-ticaret ağlarının güvenceye alınması, yerle bir edilecek devasa bir bölgenin yeniden inşası, pazar haline getirilmesi ve kilidinin belirleyici hegemonik gücün eline teslim edilmesini ifade ediyor. O açıdan da direniş ekseninin kalbini oluşturan Lübnan’ı ya da Filistin, Suriye, Yemen ve tüm bu eksenin tepesindeki İran’ı dolayısıyla Rusya ve Çin’i bölgedeki gücüyle bertaraf etmek kilit önem taşıyor. Onlar dışında kalan Arap devletleri zaten kendi eksenleri içinde. Ki onlardan yer yer sapma gösterenleri bile hizaya sokma hamleleri son yaşananlarla daha berrak bir ifade kazanıyor.
Şimdiye kadar “ABD İsrail’i frenliyor, bölgesel bir savaşa hazır değil” gibi özetlenebilecek süreç okumalarının çok da isabetli olmadığını ardı ardına yaşananlardan görüyoruz. Savaş stratejisi de netleşiyor: Önder kadroların imhası, halkın ardı ardına yaşatılan şoklarla terörize edilerek çözülmesi ve böylece bölgenin boydan boya dalınacak bir işgal alanı haline getirilmesi. Bu kapsamda savaşın bölgesel bir nitelik kazanmasının da masada olduğu bir taarruz durumuyla karşı karşıyayız.
Erdoğan’ın ardından da Bahçeli’nin “iç cepheyi sağlam tutmalıyız” tekerlemesi, ardından yayınlanan MGK bildirisi de bu gerçeklik içinde anlam kazanıyor. Burjuva iktidar bloku bölgede oluşan bu sıçramalı gelişmeler karşısında dört parçaya bölünmüş Kürtlerin nasıl bir refleks göstereceklerini öngörememenin tedirginliği kadar, olasılıklar karşısında yeni bir savaşa hazırlanıyorlar. Bu savaşta “iç cephenin sağlam tutulmasından” anladıklarıysa tüm burjuva kliklerinin aynı eksende saf tutmasıdır.
Bahçeli’nin Meclis’te DEM Parti milletvekilleriyle tokalaşmasını sadece bir gündem değiştirme çabası olarak okumak doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Keza Kürtleri boğmak için yeni bir savaşa hazırlık yapılırken uzatılan o el, ancak boş beklentiler yaratıp gevşetmeyi hedefleme yönüyle bir atraksiyon olarak okunabilir. Erdoğan’ın el yükseltip mantık sınırlarını da zorlayacak şekilde “İsrail’in Lübnan’dan sonraki hedefi Türkiye’dir” demesi, bunu dediği anda bile çeşitli biçimlerle sürdürülen ticaret üzerinden benzin taşıması, dahası İsrail’in gözü denilen Kürecik Üssü ve İncirlik faaliyetlerine devam ederken böyle bir hamaset yapması iç kamuoyunu da bir savaşa, baskı ve şiddet dalgasına hazırlama, toplumu militaristleştirmeye yönelik söylemlerdir. MGK bildirisi de bölgedeki olası gelişmelerin kışkırttığı Kürt korkusu kadar fetihçi hayallerin özeti gibidir.
Bahçeli DEM Partililerle tokalaşmasını Erdoğan’ın “İç cepheyi sağlam tutmalıyız” diskuruna yanıt olarak açıkladı. Cümleleri arasında “Yaparsa MHP yapar” diyerek beklenti yaratmanın dozunu yükseltti. Dahası “MHP’yi kısır anlayışlar içinde değerlendirmemek, çok iyi anlamak gerekiyor. Türkiye’nin etrafında ateş çemberi var, bu tartışmayı yapanlar ateşe katkı sağlamasınlar” şeklinde devam ederek bu tutumunu sürdürdü. Kürt halkının reflekslerini zayıflatmak kadar Türk halkının militarize edilmesi, her an bir bölünme korkusuyla yatıp kalkar hale gelmesi için ardı ardına yapılan bu açıklamaların kokusu önümüzdeki günlerde çıkacaktır da.
***
Tam da bu noktada insanın aklına Gurbetelli gibi net devrimci sezgilere, duruşa sahip devrimciler geliyor. Gurbetelli 7 Ekim 1997’de Güney Kürdistan’da KDP’nin şimdi olduğu gibi Türkiye devletiyle birlikte hareket ettiği bir savaşta KDP’liler tarafından katledildi. Tarihsel çakışma o kadar manidar ki… Onu tanıyan biri olarak Bahçeli üzerinden sahnelenen bu oyuna derin sezgileri ve dik duruşuyla yanıt verir, tersine çevirir, halkı o duruşuyla uyarırdı diye düşünüyorum.
İlk gençlik yıllarında tanıdım onu. Aynı fakültede ben ilk sınıftayken o da kimya bölümünde araştırma görevlisiydi. Çalıştığı kimya laboratuvarının olduğu koridorun sonunda öğrenci kantini vardı. Gurbetelli o laboratuvarda ders hazırlıyor, ders sunuyordu. İlk tanışmamız sınıf ya da o yıl kaldığım yurttan bir arkadaşım üzerinden olmuştu hatırladığım kadarıyla. Gurbetelli ve laboratuvarının dinamik bir örgütlenme üssü olduğunu daha sonra anladım. Kantinden çok o laboratuvara giderdim(k). Orası benim gibi üniversiteye yeni adım atmış Kürt gençleri için sıcak bir kucaklanma alanıydı.
Onunla tanıştığımız ilk andan itibaren sanki hep tanıyormuşum gibi bir içtenlikle bağlandım. Genç olmam, ilk defa memleketimden çıkıyor olmam sanırım onda da bana karşı korumacı bir yaklaşım geliştirmişti. Başka insanlarla, evlerine gidebileceğim ailelerle tanıştırmış, ihtiyaçlarım konusunda özel bir duyarlılık göstermişti. Okuduğum ilk devrimci roman da ondan gelmişti.
Bu duyarlılığının bana özgü olmadığınıysa tanıdıkça anlamıştım. Gurbetelli böyle biriydi. İlişki kurduğu insanların özgünlüklerini, hassasiyet ve mahrumluklarını, iç dünyalarında olup bitenleri es geçmeden, karşısındakini nesneleştirmeden ilişki kuran biriydi. Benim için bir yanıyla da bu özelliğiyle rol model olmuştu. Diğer yanıyla da içindeki devrimci coşku ve iradeden kaynaklı olarak bir savaş halinde yaşıyormuşuz duygusu uyandırırdı. Her ilişkiye, her gelişmeye bir savaş kurmayı gibi eğildiğini gözlemlerdim. Zamana yaymaya, kararsızlıklara karşı keskin bir netlikle yanıt verirdi. Ondaki her şey bende kazanılacak bir savaşın içindeymişiz ve en küçük bir gevşemeye izin vermeyecek o kritik eşikteymişiz izlenimi yaratırdı. Tutkulu bir özgürlük bilinciydi bu. Geleceği koparıp alma netliği…
Bakışlarıyla insanı kendisine katan, yüzündeki gülümseme ve ona eşlik eden bilgece bir derinlikli ifadeyle aklınızdan çıkmayacak insanlardandı Gurbetelli. Daha sonra ikimizin yolları kısa bir kesit olarak Malatya Hapishanesi’nde kesişti. O zaman da aynı bakışlar vardı yüzünde. Ama daha olgunlaşmış bir savaş kurmayını andırıyordu. İç bir yolculuk yaptığını söylemişti, Mao’nun savaş stratejilerini okuduğunu… Çok yoğun okumalar yaptığını izlemiştim, özenmiştim. Yaptığı o iç yolculuğa dair uzun uzun konuşamadık. Ama neye hazırlandığı apaçıktı. Gurbetelli’ydi bu işte, bir zamanlar emek verdiği bana dolaysızca içini açabilecek kadar kalender bir kadındı. Ondan önce tahliye oldum. Halen aklımdadır bakışları… Sonra ölümsüzleştiği haberi düştü önümüze. Son bakışları halen yüreğimde asılıdır…