Diyarbakır Valiliği “mütalaa etmiş”, “[…] 9 Ekim tarihi bahane gösterilerek, bu tarihten itibaren ilimizdeki teröre müzahir yapıların yaygın illegal eylemler yapabileceği, milli birlik ve beraberliğimizi zedeleyici kışkırtıcı eylemlerin gerçekleştirilebileceği, cumhuriyetin temel nitelikleri ve devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü hedef alan müessif olayların yoğunluk kazanabileceği ve miting süresince kamu düzeni ve güvenliğinin ciddi şekilde bozulabileceği” sonucuna varmış ve 13 Ekim mitingini yasaklamış. Bununla kalmamış, 9-14 Ekim arasında kentte düşünce ve ifade özgürlüğü ve seyahat özgürlüğü başta olmak üzere hak namına ne varsa askıya alınmış. Maksat: “İç cephe” sağlam olsun…
‘Bahçelinin eli’
DEM Parti ve Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) kentteki diğer demokratik ve toplumsal muhalefet örgütleri, sivil toplum kuruluşları ve hak savunucularıyla birlikte oluşturdukları “Demokratik Kurumlar Platformu”nun “Komploya direniyoruz, özgürlük için buluşuyoruz” sloganıyla düzenlemeye hazırlandığı mitingle İmralı’da Öcalan’ın kişiliğinde uygulanan tecridin Kürtlere teşmil edilişini siyasal gündeme taşımak hedefleniyordu.
Öyle görülüyor ki, hükümet, günlerdir ellerindeki sopalarla haritalar üzerinde “Bahçeli’nin eli DEM Parti’ye neden uzandı” muammasını çözmek için çırpınan bilirkişileri zahmetten kurtarmak ve Kürtleri de her türlü yanlış anlamadan uzak tutmak üzere harekete geçmeye, “iç cephe”nin sınırlarını kalın çizgilerle çizmeye karar vermiş.
Aslında perşembenin gelişi çarşambadan belli olmuştu: Bahçeli önceki gün MHP, TBMM Grup toplantısında elinin hareketleri konusundaki teferruatlı açıklamaları sırasında abanın altından sopayı göstermişti: “Uzattığım el, ‘gelin Türkiye partisi olun, gelin teröre cephe alın, gelin bin yıllık kardeşliğimizde kenetlenin’ temenni ve teklifidir. Biz, gelişigüzel, keyfekeder, can sıkıntısından, anlık dürtülerle, dümenden ve düzenden el uzatmayız. Biz durduk yere el vermeyiz, öylesine yerimizden kalkıp da el sıkmanın merakına tevessül ve teşebbüs etmeyiz” derken elini uzatma zahmetine katlanmasının “bin yıllık” hakimiyet ve tabiyet ilişkilerinin “yeni dönem”de ezilenler ve yönetilenlerce bir kez daha teyidinden başka bir maksadı olmadığına kimsenin kuşkusunun kalmaması için olduğunu anlatmaya doyamadı.
Sarayın kapanı
Nitekim Diyarbakır’ın Trabzonlu Valisi, bu açıklamalar doğrultusunda Sarayın “iç cephesi”ne kimlerin kabul buyurulacağını ilan için “terör cephesi”ne pazu göstermekte gecikmedi. DEM Parti ve DBP’nin, haftalardır hazırlıklarını sürdürdükleri “özgürlük” talebiyle gerçekleştirecekleri barışçıl bir gösteriyi “Biz ne diyoruz, tamburamız ne çalıyor” dercesine yasaklamak üzere Valiliğin icat ettiği kulplara bakınca Saray doruklarında elini verenin kolunu kurtaramayacağı bir kapan kurma hevesinin kol gezdiğini görmemek imkansız. Bütün anahtar sözcükler bir arada: “Teröre müzahir yapılar”, “yaygın illegal eylemler”, “milli birlik ve beraberliğimizi zedeleyici kışkırtıcı eylemler”, “cumhuriyetin temel nitelikleri ve devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü hedef alan müessif olaylar”, “kamu düzeni ve güvenliğinin ciddi şekilde bozulabilmesi”… Bin yıllık kardeşlikmiş!
‘Dış tehdit İsrail palavrası’
Beliren bütün işaretler bir “kardeşlik” hamlesiyle değil, deli gibi muhtaç olduğu rızayı üretmek için verecek hiçbir şeyi kalmayan rejimin, ihtiyaçlarını, yönetilenlerin kendi talepleriymişçesine algılamalarını sağlamaya odaklanmış bir psikolojik harekatla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
Bu harekatın kilit kavramı olan güya “iç cephenin tahkimatı” uydurmasının ve bunun esbabı mucibesi olarak ortaya atılan “dış tehdit İsrail” iddiasının bir palavradan ibaret olduğu önceki günkü “Kapalı Oturum”da bütün katlanılmaz saçmalığıyla birlikte ortaya döküldü. Bundan sonra, karşı karşıya kaldığımız siyasal ve psikolojik manevraların görünüşteki gerekçeleriyle vakit kaybetmektense, gerilerindeki saiklere odaklanmak ve rejimin hamlelerine reaksiyon vermekle uğraşmak yerine siyasette ön almaya çaba göstermek muhalefet için daha yerinde olacaktır.
Söylem hokkabazlığı
Son günlerde tükenmiş “milli birlik beraberlik” edebiyatı yerine mevcut olmayan bir savaş durumundan güya doğuyormuşçasına gündelik söyleme sokulan “iç cephe” ve “dış cephe” terimleri sahici, kuramsal bir askerî jargondan ziyade, geniş anlamda savaş ve toplum tartışmalarında rasgele kullanılan ve kafa karıştıran kavramsal terimlerdir. Savaşın farklı boyutlarını, özellikle de bir ülkenin iç dinamikleriyle dışa dönük askeri eylemleri arasındaki ilişkiyi tanımlamaya yardımcı olsalar da askeri öğretide kesin, teknik terimler olarak iş görmezler.
“İç cephe” doğrudan doğruya bir askeri terim olmamakla birlikte bir savaş halinde savaşın ülke içindeki savaş dışı unsurlarını tanımlamaya yarayan bir kavram olarak sivillerin, hükümetlerin ve ekonomilerin savaşa katkısını ve savaştan etkilenişini çerçevelemek için kullanır.
“Dış cephe” ise gerçek savaş alanları, savaş cepheleri veya harekat cepheleri gibi özgül askeri terimlerle paralellik gösterir. Büyük ölçekli askeri operasyonların gerçekleştiği belirli coğrafi bölgelere atıfta bulunur. Bununla birlikte “iç cephe” ve “dış cephe” terimleri, bir ülkenin savaşa katılımının farklı yönlerini tanımlamak için standart askeri terminolojiler olmanın ötesinde daha çok sivil söylemde kullanılır.
Neden Milli Güvenlik Siyaset Belgesi güncellenmiyor?
Bu terminoloji tercihinin toplumda savaş hali algısı yaratmaya imkan veren bir söylem hokkabazlığı olduğunu şuradan da anlamak mümkün: Erdoğan TBMM açılışındaki “İsrail’in vatan topraklarını hedef aldığı” yaygarasının hemen ertesinde toplanan MGK toplantısı gündemine bu konuyu hiç getirmediği gibi, Türkiye’nin “iç ve dış düşmanları”nın ve “tehdit algısı”nın tasnif edildiği Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin güncellenmesine ilişkin hiçbir girişimde bulunmadı bile. Özetle resmi savunma ve askerlik doktrininde böyle bir düşman tanımı ve algısı yokken ülke, rejimin doruklarındaki daracık bir elitin kendi şahsi ikballerini de kapsayan iktidarı muhafaza çabaları kapsamında toplumu gayri resmi ve gayri meşru bir biçimde iteledikleri doğrultuda de facto yeni saflaşmalara ve dizilişlere sürüklenirken rejim güç açığını kapatmak üzere yeni ittifakları tetiklemeye çabalıyor.
Özetle, ne gerçek bir savaş ne de gerçek bir savaş öngörüsü varken koparılan yaygaranın ve buna yaslanarak “Kürt Mehmet”i rejim nöbetine çağırmanın gerisindeki saikleri inceleyerek işe başlamak muhalefet güçleri açısından tutulması gereken ana halka olarak beliriyor.
Türkiye Nazizm için kıvama mı geldi?
Bunların da ötesinde Devlet Bahçeli’nin son konuşmasında üzerinde mutabakat aradığı toplumsal vizyonunun faşizmin en karakteristik yapısal özelliklerinden biri olan korporatist bir toplum-devlet ilişkisine yaslandığını bir kez daha ifade ettiği şu sözleri mevcut konjonktürde daha da önem kazanıyor. Bahçeli, “Biz siyaseti Weber’in söylediği gibi ‘İnsanların birbirine egemenlik kurması’ olarak değerlendirmiyoruz. Biz siyaseti teorik ve retorik arka planı Batı’nın sınıf çatışmalarına dayanan, toplumun düşman kamplara bölünmesine çanak tutan gerilim süreci olarak tanımlamıyoruz. Çünkü sınıflı bir toplum yapısını tamamıyla reddediyoruz,” diyor. Bunlardan, Bahçeli’nin, Nazizmin yenilgisinden 80 yıl sonra Nazilerin Almanya’da ve bütün dünyada yaptıklarını Türkiye ve Kürdistan’da deneyebileceği kıvama gelindiği hayaline kapıldığı anlaşılıyor.
Sınıfları, “sınıf” olarak adlandırmadan, meslek grupları olarak tanımlayıp birbirleriyle eşitleyen “korporatizm”i dayatmak Almanya’yı Nazizm altında nasıl birleştirmedi ve yok oluşa sürüklediyse Türkiye’yi de birleştirmez.
Ezilen sınıfların devlet ve sermayeyle bir “iç cephesi” olmayacaktır: Birincisi Türkiye bir uluslararası savaşın tarafı olmadığı, “iç cephe” lafının bir bağlamı bulunmadığı için.
İkincisi böyle bir durum doğduğunda ezilenler tarihsel çıkarları dolayısıyla savaşın değil barışın tarafında olacakları için.
Üçüncüsü, Türkiye’de Kürt halkının haklarının inkarından doğan bir iç çatışma üç komşu ülke topraklarına yayılırken, toplumun büyük çoğunluğunun mutlak çıkarı toplumsal barışta yatıyor olduğu için.
Toplumu, “barış” avazlarıyla savaşa sürükleyerek iktidara tutunma fikri Erdoğan, Bahçeli, Fidan triumvirasına çok zekice görünebilir ama bu öyküyü biliyoruz: Hain kurt sonunda layığını buluyor!