Bir kadının giydiğine, yediğine, içtiğine, bindiği arabaya, bulunduğu ortama değil, onun ne halde olduğunu anlamak için suratına bakın, en iyi işareti oradan alırsınız. Yüzdeki ifade genellikle yanıltmaz, çok iyi rol yapamıyorsa eğer ruh halini anlarsınız. Yırtık pırtık kıyafetler içindeki bir kadın, aç açıkta bir kadın bazen inanılmaz pozitif enerji yayar, alırsınız suratındaki umudu, güçlenir, geleceğe daha bir umutla bakarsınız. Böyle anılarım ve güç kaynaklarım var…
Böyle birkaç surat gördüm, hayatım boyunca unutamayacağım.
HADEP dönemi Van’da, belediyede danışmanlık yapıp daha çok halkla ilişkiler işini yürüttüğüm dönemde, bir akşam vaktiydi. Personelin mesaisi bitmişti, ben de bir yandan çıkmaya hazırlanıyor bir yandan da pencereden yağan karı seyrediyordum. Birden bir kadın çığlığı, bir çocuğun ağlama sesi çınlattı ortalığı. Hemen ardından kapım açıldı, içeriye üstü başı dökülen, o kış koşullarında incecik bir yöresel elbise ile soğuktan perişan olmuş bir kadın, aynen annesi gibi yırtık pırtık bir elbiseyle, yedi sekiz yaşlarında bir kız çocuk girdi. Perişan haldeydiler.
Çocuğun yüzü soğuktan morarmış, ağlamaktan helak olmuş bir haldeydi, ayaklarında ayakkabı yerine naylon bir terlik vardı ve çorapsızdı. Bağırıp çağırmaya başladı kadın, parmağını suratıma suratıma sallıyor muhtemelen küfür ediyordu. O yıllar, kırklı yaşlarımdaydım ve kendi anadilimi bilmiyordum. Kapı aralığında duran arkadaşı içeriye çağırdım, önce sıcak içecekler söylemesini ve kadının ne dediğini olduğu gibi çevirmesini istedim. Oturmalarını istedim, çocuğun yanına gidip ellerini tuttum, buz gibiydi. Başını göğsüme yaslayıp ağlamasını sürdürdü. Kadın yüksek sesle bağırmayı sürdürüyordu.
Çocuğun suratında çaresizlik, kadının suratında müthiş bir kararlılık ve nefret vardı. Aslında suratından anlıyordum neler dediğini ama gene de sordum: ‘Ne diyor İlhan?’ ‘Küfrediyor, her şeye, hepimize küfrediyor, çok ağır küfürler ediyor.’ ‘Bırak etsin, ama olduğu gibi çevir’ dedim, çevirdi.
Çocuğa sıcak bir şeyler içirdik. Kadın, verdiğimiz çayı içmedi ve küfretmeyi sürdürdü, o yokluk ve acı içinde dahi sürdürdüğü tavrına, kararlığına hayran oldum. O hüzünlü suratın ardındaki kararlılık enerjimi artırdı. Kızı için gelmişti, onun geleceğini tartışıyordu benimle, ona dair kaygılarını anlatıyordu ağzı dolu dolu küfrederek. O küfür ettikçe mutlu oldum. Sisteme, duyarsızlığa, alçaklığa küfrediyordu. Aile içi şiddete başkaldırıyordu.
Çocuğunun geleceğini tartışıyordu benimle, ne yapıp yapamayacağımızın hesabını soruyordu bu ‘dil bilmez’ kadın… Niye bir evinin olmadığını, niye o karda kışta ayakkabılarının olmadığının sebebini soruyordu. ‘Kaloriferi yanan bir odada, onun çektiklerini anlayıp anlayamayacağımı soruyordu.’
**
Ülke benzer kadınlarla dolu, suratı hüzün dolu, ancak sonuna kadar dirençli yiğit kadınlar. Amed zindanında, yine kış günlerinde bir hafta, hiç kimseye ziyaretçi gelmemişti. Sonraki haftada da kimse gelmedi. Üçüncü hafta geldiler. Meğer ‘cezalıymışız.’ Görüşçü yasağımız varmış. O, gelemedikleri haftada, analarımızı ve babalarımızı, eşlerimizi ve çocuklarımızı karda, çamurda yerlere yatırıp süründürmüşler zindanın önündeki tarlada, üstleri başları çamur olmuş. Aileler, onları o halde görmeyelim diye çekip gitmişler. Şehirler arası otobüslere o çamurlu kıyafetlerle binmiş geri dönmüşler. Üçüncü haftada anamın gözlerinde, suratında garip bir hüzün gördüm. O hafta, anam da (Aba, biz aba derdik anamıza) hüzün suratlı kadınlardan biriydi. Çocukluk arkadaşım, orta okul, lise ve eğitim enstitüsünü birlikte okuyup, Amed zindanına birlikte gittiğim arkadaşım orada şehit oldu. Anası, babası anam babam gibiydi. Çıktığımda evlerine gidemedim. Gidip ne diyecektim. ‘Oğlunuz öldü ben buradayım, yaşıyorum’ gibi bir şey olacaktı tavrım.
Hüzün suratlı bir anaya ne diyebilirdim ki? Nasıl bakabilirdim o ananın yüzüne? Gitmedim, gidemedim. Muhtemelen lanetler okumuştur bana, olsun, o suratı görmekten iyidir diye düşündüm.
Geçen hafta 800. haftasıydı çocuklarını yitiren dayêlerin, annelerin, anaların, abaların eylemi. İşte o eylemi izlediğimde hatırladım bu anıları. Analar, bacılar, eşler oradaydı. Kimi çocuğunu, kimi eşini, kimi kardeşini arıyor, hiç değilse gidip başında duracak, üç beş dakika olsun ‘çavani canamın’ diyecekleri bir mezar taşı olsun istiyorlar. Bu sekiz yüz haftada, temsili eylemleri yapanların başlarına gelmeyen kalmadı. Tekmelendiler, su sıkıldı, coplandılar. Suratlarına baktım, canlarının yandığına dair bir ifade göremedim. Onlar gerçek acıyı canlarının parçasını yitirdiklerinde yaşamışlardı zaten. Cop yakmaz, yakamaz diye düşündüm onların canını. Onların acısı çok başka bir şey. Yıllardır başında durup çocuklarının, eş ve kardeşlerinin acısını paylaşabilecekleri bir mezar istiyorlar. Egemen zulümden kurtulmak istiyorlar. Dil ve kültürlerinden, siyasi tercihlerinden dolayı uğradıkları zulümden kurtulmak istiyorlar. Fabrikada sınıf zulmünden kurtulmak istiyorlar. Devlet zulmünden, erkek egemenliğinden, baba, abi, eş, eski eş, mahalle baskısından kurtulmak istiyorlar. Zulüm sinmiş, baskı sinmiş, hüzün sinmiş surattan, insanlık saçan surata, yaşamımızı paylaşan surata dönmek istiyorlar. Ormanda öldürülen, evde öldürülen, sokakta alçakça bıçaklanarak öldürülen kadınla, sevdiğinin mezarını arayanların yarası farklı değil Ya paylaşırız hepsinin mücadelesini ya da kir, zulüm hepimizin suratına bulaşır.
Ne diyor kıymetli Yelda hocamız: (‘Hüznün Kısa Tarihi’ni bunun için yazdım.)
Yazabilen yazsın, bağırabilen sokağa çıksın, direnişin her biçimi şekil bulsun. Tarih sadece kadın başlığında değil, her başlıkta direnenlerin kazandığına dair örneklerle dolu… Direnmek yaşamaktır…