Avukat Özgür Faik Erol, PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik tecridin hukuki ve politik arka planını değerlendirdi
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) 2009 yılında gönderdiği savunmasına ek olarak hazırladığı “Yol Haritası” gerekçe gösterilerek, PKK Lideri Abdullah Öcalan’a 6 aylık avukat görüşme yasağı verildi. 21 yıldır İmralı’da tecrit sürürken, bu süre boyunca Türkiye’de hukuksal mevzuatta yapılacak her değişiklikte, “Acaba İmralı’yı nasıl etkiler” düşüncesi iktidarların aklından çıkmıyor. Avukat Özgür Faik Erol, İmralı’nın kuruluş süreci öncesinde başlayan neo-liberal güvenlik konseptine işaret ederek, bizi Türkiye’yi tanımlamak için bir süredir üzerinde çalıştığı “hukuk politik tekeli” kavramıyla tanıştırıyor. Erol’un, İmralı sistemi, hukuku, tecridi ve yasaklarıyla ilgili değerlendirmeleri…
İmralı’da uygulanan tecrit, yalnızca “hak ve hukuk” kapsamında açıklanabilir mi?
İmralı’daki tecrit sistemini, Sayın Öcalan’ın 16 Şubat 1999’da İmralı’ya konulduğu günden başlatıyoruz. Yaklaşık 21 yılı bulan bir sistem olması itibarıyla kuşkusuz hukuki ve haklarla ilgili yönleri olan bir durum. Ama 21 yıl içerisinde ortaya çıkan sistem pratiğinde, kendisini artık İmralı’da alabildiğine geliştirmiş, genişletmiş, giderek topluma doğru yaygınlaştırmış bir yönetim pratiği olarak ortaya çıkıyor. İmralı’da 21 yıl boyunca ortaya çıkan pratikte bazen hukukun arkasından dolanarak, üzerinden geçerek, görmezden gelerek ya da yeni tip hukuklar yaratarak, kurallar geliştiren bir yapı var. İmralı için yeni tip hukuk yaratılıyor. Bu kurallar yönetenlere şöyle bir fikir verdi: Bir cezaevinde bir mekân mevcut, hukuk kurallarını yok sayarak, üzerinden geçerek ya da arkasından dolanarak, uygulanan bir rejim geliştirilebiliyorsak, neden daha geniş alanlara doğru bu yayılmasın. Bir ülkenin benzer uygulamalarla daha kolay yönetilebileceği, bir ‘yönetim sistemi’ zihniyetine dönüştü.
Her biri büyük kapatılma ve tecrit mekânı olan Ebu Gureyb, Guantanamo ve İmralı… Benzerlikler neler? Nasıl bir uluslararası sistem prototipi yaratıldı?
Bunlar içerisinde özellikle Guantanamo ve İmralı birbirine oldukça benzer özellikleri olan yapılar. Mimari modeller, aynı zamanda birer yönetim laboratuvarları da denilebilir. Ebu Gureyb için şunu ayırabiliriz, açık bir işgal ve bu işgal sonrasında oldukça fiziksel işkenceye dayalı bir sistem kurulmuştu. İmralı ve Guantanamo’yu ayırırsak şunu söyleyebiliriz: 20. yüzyılda, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan dünya sisteminde, karşılıklı kutupsal dengeleme rejiminde, sosyal devlet anlayışına dayalı belirli insan hakkı hukuku, felsefesi ve söylemi hakimiyetini oluşturdu. Dünya geneli derken, Batı medeniyetini kastediyorum. Bu Batı medeniyetinin siyaseten ve diplomatik olarak kendini yaygınlaştırma pratiğinde insan hakları hukuku, mekânları, aygıtları ve mekanizmaları önemli birer yer tuttular. Fakat 20. yüzyılın sonu itibarıyla çift kutupluluğun sona ermesinden itibaren neo-liberalizm diye tanımlayabileceğimiz ekonomik ve siyasal sürece geçiş yapıldı. Bu andan itibaren 20. yüzyılın mekanizmaları, felsefesi, aygıtları yeni dönem itibarıyla oldukça işlevsiz kalmaya ve varlık nedenlerini sorgulanır kılmaya başladılar.
Çünkü yeni dönemde uluslararası ‘terörizm’ söylemi etrafında geliştirilen ciddi bir yayılmacılık ve neo-liberal siyasetin diğer ülkelere dayatılması önemli bir biçim haline geldi. Yeni yönetim biçimlerinde güvenlik mekanizmaları diyebileceğimiz kurumlar, aygıtlar tüm ülkelerde hızla yayılmaya başladı. 11 Eylül saldırısından sonra Amerika’nın neredeyse tüm Batı ülkelerine ve belirli oranlarda gelişmekte olan ülkelere dayattığı o ‘Terörle Mücadele Kanunu’ konseptinin bununla bağlantısı var. TMK, tüm ülkelerde uygulamaya girdiğinden itibaren yeni bir yönetim yapısını ortaya çıkarmaya başladı. Bir; ‘terörizm’ ve ‘terörist düşman’ silueti, oldukça belirsiz kılınmış bir siluetin karşısında, devletlerin her türlü güvenlik mekanizmasını hiçbir sınırlamaya tabi olunmaksızın geliştirebildiği, yaygınlaştırabildiği bir durum ortaya çıktı. Guantanamo ve İmralı bunların ilk örnekleriydi. İkisinin ortak özelliği ise 21. yüzyıl boyunca devletlerin pratiklerini sınırlayan hukuk kurallarının ortadan kalktığı, devletlerin herhangi bir yasal sınırlama olmaksızın her türlü uygulamayı geliştirebildikleri mekânlar olarak ortaya çıkmasıdır.
Asrın Hukuk Bürosu 30 Mayıs 2019’da, “Sayın Öcalan’a yönelik tecridin mutlaklaştırıldığı son dört yılda ülke ve bölgede savaş, kaos ve yıkım arttı. Politik bir özne olarak rolünü kısmen dahi olsa oynayabildiği zamanlarda ise köklü sorunlara çözüm önerebilmiş ve tüm coğrafyaya olumlu tesirde bulunduğu defalarca deneyimlenmiştir” değerlendirmesinde bulundu. Öcalan’a 23 Eylül’de “Yol Haritası” gerekçesiyle disiplin cezası verildi. Cezanın hemen ardından Kobanê soruşturması başladı, KDP’nin gerginlik yaratma politikası devreye girdi, gözaltı ve tutuklamalar arttı. Söz konusu güncel gelişmeler ile tecridin nasıl bir ilişkisi var?
Oldukça güncel bir durum. 2019 yılında cezaevlerinde başlatılan açlık grevleri sonrasında Bursa Ağır Ceza Mahkemesi tarafından mayıs ayında avukat yasağı kaldırıldı ve daha sonra mayıs ve ağustos ayları içerisinde 5 avukat görüşmesi gerçekleştirildi. Ağustos 2019 itibarıyla son avukat görüşmesinden bu yana avukat görüşmesi yapılmadı. Fakat o günden bu yana herhangi bir yasak da koymuyorlardı. Fiili bir durum olarak avukat görüşmesi yaptırılmıyordu. 23 Eylül itibarıyla yeni bir avukat yasağı koydular. Bu avukat yasağının gerekçesi ise ‘Yol Haritası.’ 2009 yılında, yani bundan tam 11 yıl önce sunulan ‘Yol Haritası’nı gerekçe yaparak, yeniden bir yasak koydular. Tam da bahsettiğim ‘yeni tip hukuk yaratma’ meselesidir. Kuşkusuz siyasi gelişmelerle yakından bağlantılıdır. Hem Ortadoğu’daki hem de Türkiye’de genel olarak siyasi iktidarın gelmiş olduğu, içinde bulunduğu krizler, Ortadoğu’daki denklemler, koalisyonlar, ittifakların tümüyle bağlantılı bir avukat yasağı geliştirildi.
Giorgio Agamben, “Kampta olup-bitenlerin yasal olup-olmadığı yolundaki tüm sorular anlamsızdır” tespitinin ada için de geçerli olduğuna dikkat çekmiştiniz. İmralı’nın hukuk politiği nedir?
İmralı başından beri ‘Olağanüstü hal adacığı’ olarak özelleştirilmiş, ayrıksı bir tecrit mekânı olarak orada tutuldu. İmralı’nın hukuk politiği olağanüstülük ve istisna rejimi üzerine kuruludur. Şunu da göz ardı etmemek gerekir: İmralı, Türkiye’de uygulamaya konulan ilk tecrit cezaevidir. 1990’larda Eskişehir Cezaevi’nde de benzer pratikler oldu. Bazı mahkûmlar götürülerek, bir tecrit sistemi uygulandı fakat belli bir direniş ardından o cezaevi kapatıldı. 1999 yılına geldiğimizde tecrit sisteminde İmralı Cezaevi bir ilktir. Hemen bir yıl sonrasında Türkiye’de F tipi cezaevleri katliamla beraber uygulamaya konuldu. Bu aslında İmralı’nın hukuk politiğinin nereden başlayıp nereye doğru gittiğini izlemek açısından önemlidir. Devamında, Türkiye’de pek çok yasa, düzenleme İmralı süzgecinden geçirilmeye başlandı. Bir öğrenci affı dahi çıkaracak olsalar, dönüp ‘Acaba bu İmralı’da uygulanır mı’ diye bakmaya başladılar. Eğer İmralı’da uygulanacaksa, ona bir istisna hükmü koymaya başladılar. Sayın Öcalan’ın bu saatten sonra ne üniversiteye dönme ne de üniversite okuma gibi talebi yok. Ama buna rağmen üniversiteden atılan, ihraç edilen öğrenciler geri dönecekleri zaman, Sayın Öcalan gerekçe gösterilerek, siyasi sebeplerle okullarını bırakan ya da okullardan uzaklaştırılan öğrencilerin geri dönememesi için bir düzenleme yaptılar. Bu bir başlangıçtı. Fakat ne oldu biliyor musunuz? Bu düzenleme bir tür geleneğe dönüştü. Artık bütün öğrenci aflarında siyasiler hariç tutulmaya başlandı. Bahsettiğim İmralı politikasının ülke geneline bir yönetim sistemi olarak yayılması örneklerinden biri budur.
Biz avukatlar, Türkiye’nin tüm cezaevlerine mesai saatlerinde kimliğimizi gösterip gireriz. Tutuklularla görüşür ve çıkarız. İmralı’da her zaman bu görüşme haftada bir gün ve bir saatle sınırlandırıldı. Daha öncesinden başvuru yapıyoruz, kabul edilirse gidiyoruz. Bu gidişlerimizde 2005’ten itibaren yasa ve düzenlemeye koydukları ‘Örgütsel iletişimden şüphelendiğimiz avukat ve tutuklular arasındaki görüşmelerde belgelere el konulabilir’ hükmü koydular. Belgelere el koyma şudur: Avukat olarak görüşmeye geldim sizinle, siz bana bir şeyler anlattınız. Ben de bazı notlar aldım. Bu bir belgedir. Buna el koyabilirsiniz. Yasa bunu düzenlemiş. Ama onlar bu yasayı, ‘Eğer ben avukatın yazdığı yazıya el koyabiliyorsam, ben avukatın söylediklerine de el koyabilirim. Ben avukatın ve tutuklunun söylediklerini kayda alırım’ şeklinde yorumladılar. Ondan sonra bütün görüşmelerde kayıt cihazlarıyla avukat görüşmeleri kayda alındı. Tutanaklar hazırlandı. Avukatlara soruşturmalar açıldı, Sayın Öcalan’a da disiplin cezaları verildi. 2005 yılından 2011 yılına kadar tüm avukat görüşmeleri kayda alındı, tutanağa geçirildi. İmralı’da bu uygulanırken, Türkiye cezaevlerinin hiçbirinde bu uygulama yoktu. Sadece İmralı’da uygulandığı için Türkiye demokratik kamuoyu da bunu görmezden geldi. Niye, ‘Olağanüstü biridir, olağanüstü bir mekândır, çok da büyütmemek gerekir’ denildi. Ne oldu? 2016 yılında yapılan darbe girişimi ardından ilan edilen OHAL ile getirilen ilk Kanun Hükmünde Kararname’de (KHK) bu uygulama tüm cezaevlerinde yasal bir pratik haline geldi. Eğer olağanüstülüğün siz belirli bir cezaevinde bu kadar uzun süre varlığını sürdürmesine izin verirseniz, göz yumarsanız, o olağanüstülük her şekilde bulaşır, yayılır. İmralı o açıdan tipik bir örnektir. Bu yüzden bu olağanüstülüğün kaynak yeri ve buradan çevreye yayılan İmralı’nın hukuk politiği tam da budur.
“Hukuk politik tekeli”nin temellerinden birinin de İmralı’nın olduğunu düşünüyor musunuz?
Evet, bugün geldiğimiz ‘hukuk politik tekeli’ne gidilen sürecin yani o olağanüstülüğün İmralı’dan kaynaklandığı kanaatindeyim. Genel olarak bu ülkedeki tüm sorunların kaynağında Kürt sorunu vardır. Bir vücutta bütün bir kol ya da ayak kangren olmuşken siz, baş ile boğaz arasıyla uğraşmamalısınız. Çünkü ölmektesiniz. O yara bütün bünyeyi zehirleyecek. Siz o kangren yerine kolunuzdaki kızarıklıkla uğraşırsanız zaman kaybedersiniz. Kürt sorunu, Türkiye’deki bu iktidar tekelleşmesi sürecinde bu kadar belirleyici bir pozisyonda iken bunun çekirdek mekânının da İmralı olduğunu düşünüyorum.
Federal Almanya’da RAF’ın kurucu kadrolarından Irmgard Möller, 22 buçuk yıl süren tecrit koşullarının ardından cezaevinden çıkarken, “Devlet yenildi, ben kazandım” dedi. Uzun yıllar cezaevinde kalan, cezaevleriyle ilgili kitaplar çeviren ve yazılar yazan Işık Ergüden, “Hücrede direnen bir kişi bile varsa, adalet onun ayağını bastığı yerde yeniden kurulur” diyor. Bu iki örnekten yola çıkarsak, ağır koşullarda olan Öcalan hangi pozisyonu üstlendi?
Tecridin bir yönetim sistemi ve iktidar pratiği olduğunu söyledi. Her gün kahveye giden, işine gidip gelen, siyasal bir pozisyonu olmayan bir kişinin, iktidar tarafından kuşatılması düşünebilir mi? Hayır, iktidar buna gerek duymaz. Fakat bir iktidar tekniği olarak tecrit her zaman bir direnme ağları üzerinden gerçekleşir. Bunun tanımını çok keskin yapmak durumundayız. Tecrit, bir ağ üzerindeki bütün direnme noktalarındaki bağlantıyı kesmedir. Bu anlamda direniş ne kadar kuvvetliyse, tecrit de o kadar kuvvetlidir. Tecride o yüzden bu kadar vurgu yapıyoruz. Fakat tecrit hepimizin üzerine kapanmış bir demirden kafes anlamına gelmesin. Tecridin en kuvvetli olduğu yer, direncin en kuvvetli olduğu yerdir. Çünkü tecrit bir sebep değil, bir sonuç. O direnme pratiğine karşı iktidarın geliştirdiği bir sonuçtur. Burada odaklanılması gereken işin asıl yönü direnme pratiğinin kendisidir. Sayın Öcalan 1999’da İmralı’ya konulduğundan bu yana son derece sistematik ve istikrarlı olarak aynı yerde kaldı. 20 yıllık süreç içinde bizzat gözlemlediğimiz, günlük yaşam pratiğinden tutalım ilişki pratiğine kadar, siyaset üretme biçimlerinden siyasi perspektifleri derinleştirme, bunları düşünceye, söze ve yazıya dökme biçimlerine kadar bu kadar istikrarlı, durduğu pozisyonu süreklileştiren ikinci bir örnek görme şansımız olamaz. Bu çok nadir görülen bir durumdur. Bizzat direnme pratiğini kendi gündelik yaşamında o kadar istikrarlı bir şekilde başlattı ve bunu siyasal görüşlerine doğru geliştirdi ki bunun siyasi karşılığı İmralı’da şekillendi.
Türkiye’deki Kürt sorununda Kürtlerin ve Türklerin yerleştirildiği yeri doğru analiz etti. Bu yerleştirilme biçiminin, didişme halinin sorunlu olduğunu dolayısıyla bu pozisyonun çözümünde kendisinin demokratik, siyasal, barışçıl ve diyalog noktasında, çözümünde kendisinin temel bir rol oynama noktasına yerleştirdi ve o rolünden asla taviz vermedi. O yerleştirdiği pozisyon zaman içerisinde siyaseten de diplomatik olarak da karşılığını buldu. Devlet cephesinde de düşünsel düzlemde de karşılığını buldu. İmralı’da 20 yıla yayılan bu direnme pratiğinin bir sonucudur. Sayın Öcalan şahsında ben tecridin asla sonuç alacağını düşünmüyorum. Esas olan tecrit değil, direnmedir. Toplumsal olarak, hepimiz açısından maruz kaldığımız baskı, tahakküm, tecrit ne tür iktidar uygulaması olursa olsun bunların tümünün bir direnme ve umudu hedeflediğini asla göz ardı etmeden hareket etmeliyiz. Direnmenin olduğu yerde her zaman umut ve başarı şansı vardır.
Batı, ‘Bana muhtaç kalın’ diyor
İmralı’da uygulanan uygulamalarda uluslararası kurumların sorumluluğu nedir? Nasıl bir yol izleniyor?
Hem AİHM hem Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi (CPT) gibi kurumlar, Avrupa Konseyi’nin kurumlarıdır. Türkiye de Avrupa Konseyi’nin bir üyesidir. Dolayısıyla doğrudan Türkiye üzerinde denetim ve yargılama yetkisine sahip kurumlardır. Fakat uzun yıllardır edindiğimiz deneyim, mahkeme ve görüşme süreçleri, kurumlarla yaptığımız diplomatik süreçlerin bütününden yola çıkarsak, İmralı’da olan biten her şeyden en başından beri haberdarlar. Her süreçten haberdarlar. Tüm süreçler içerisindeki tutum ve tavırlarını kesinlikle belirli bir siyasal konjonktüre göre ayarlayarak, hareket etmeyi tercih ediyorlar. AİHM, siyaseten bir karşılığı olmayan, daha az suya sabuna dokunan meselelerde keskin karar alabiliyorken, siyasi değeri, anlamı, mesajı daha ciddi olacak meselelerde mümkün olduğunca devletler alanına müdahale etmemeyi tercih ediyor.
İmralı’da aşağı yukarı benzer bir tavır alındı. İmralı’da gelişen tavırda da devletler alanına müdahale kaygısı mı var?
Kuşkusuz Öcalan’ın siyasi kişiliği, Öcalan hakkında verilecek kararın siyasi karşılığı, bunun Kürtler, Ortadoğu ve Türkiye nezdindeki karşılığı hesaplanarak, hareket ettikleri çok net görülüyor. AİHM ve Avrupa ülkelerinin tavrını 1999’daki komplo sürecinden bağımsız değerlendiremeyiz. Beklemede ve sürüncemede tutma hali, Kürd’ün ve Türk’ün mevcut pozisyonunu değiştirmemesiyle ilgili bir şey. Kürt burada dursun, Türk biraz burada dursun. Bunlar bu pozisyonda devam etsinler. Aynı pozisyonu sürdürdüklerinde, ikisi de bana geliyorlar. Duruşun bununla alakalı olduğunu düşünüyorum.