Bugün PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın zaten engellenen avukatlarıyla görüşme hakkı 6 ay süreyle tekrar kısıtlandı ve ne yazık ki Türkiye’de, Türkiye dışında hukukçular, hukuk örgütleri buna karşı sessiz… Oysa hukuk, gerçek hukukçular için bir onur meselesidir
Mazlum Amed
Türkiye ve Kurdistan hapishanelerinde açlık grevleri ile yükseltilen “Abdullah Öcalan’a özgürlük, Kürt sorununa demokratik çözüm” talebi, yine hapishanelerde devam eden boykot ve tutsakların ailelerinin “Özgürlüğe ses ver” eylemleri gündemdeki yerini koruyor.
Açlık grevleri devam ederken DEM Parti milletvekilleri aynı taleple iki koldan “Özgürlük Yürüyüşü” gerçekleştirmişti. Avrupa ülkelerinde de başta Uluslararası İşkenceyi Önleme Örgütü’nün (CPT) ve diğer uluslararası insan hakları ve hukuk örgütlerinin harekete geçmesi için çeşitli eylem ve etkinlikler düzenlenmişti, düzenleniyor. Yine Rojava’da aynı taleple eylemler yükseliyor. Eylemler biçim değiştirse de talep değişmiyor, talepte ısrar sürdürülüyor.
Tecrit çözümsüzlüktür
Bu ısrarı doğru anlamak gerekiyor. Belli ki Türkiye içinde ve dışında Kürt sorununun demokratik çözümünün ‘onurlu barış’ ekseninde gelişmesini istemeyen kesimler PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit uygulamasını sürdürüyor. Buna paralel, hapishaneleri ve dışarıda itirazları yükseltebilen tüm kişi ve kurumları ‘hukuki zor’ ile nefessiz bırakma çabalarından vazgeçilmiyor.
İktidarını özellikle son 9-10 yılda Kürt düşmanlığı üzerinde kurgulayan AKP ve kuyruğuna taktığı MHP, yine Türkiye halklarının geleceğini felakete sürüklemek pahasına düşmanca politikalarını sürdürüyor. Bu politikanın en görünür tarafı ise PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerinde yoğunlaştırılan tecrit politikasıdır.
Veysi Aktaş’ın tahliyesi engellenmişti
Geçtiğimiz Nisan ayında 30 yılını tamamlayan ve tahliye edilmesi gereken İmralı’da tutsak olan Veysi Aktaş’ın tahliyesi bir yıl ertelenmişti. Aktaş’ın tahliyesi İmralı’dan 3 yıl sonra haber almaya imkân sağlayacaktı. Çok açık ki Aktaş’ın tahliyesi İmralı’da sürdürülen hukuksuzluğun bir parçasıdır. Yine diğer tutsakların maruz kaldığı işkenceye varan uygulamaları, kendi hukuklarını çiğneyerek tutsakların infazlarının yakılması da tecrit politikasıyla doğrudan ilintilidir.
Hatırlayalım, meşhur “çözüm süreci” 2012 yılında gerçekleşen açlık grevi direnişi sonrası tecrit kırıldıktan sonra başlamıştı. Yani yine hapishanelerde başlayan direnişle yol açılmış, dışarıda tutsak ailelerinin öncülüğünde toplumsal bir eyleme dönüşmüştü. Öyle ki her yer eylem alanına dönmüştü ve tecrit kırılmıştı.
Tecridin kırılmasıyla başlayan süreç, Dolmabahçe Mutabakatı’na kadar gitmişti. Evet, sonra o mutabakat hiçe sayıldı, pratikleşmedi ama 100 yıllık Kürt meselesi sürecinde yine de tarihi bir olay olarak hafızalardaki yerini aldı.
O günlerde hangi nedenlerle Dolmabahçe Mutabakatı hiçe sayıldıysa, bugün de aynı nedenlerle PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerindeki tecritte ısrar ediliyor.
Tecrit kanıksanmamalı
Kurdistan kentlerindeki seçmenlerin AKP’yi tabela partisine çevirmesi, her şeye rağmen tutsakların ve ailelerinin devam eden direnişi, Kürtlerin yaşadıkları her yerde eyleme durması belli ki henüz AKP’nin ayarlarını değiştirecek düzeye ulaşmadı.
Bunda bir ölçüde tecridin kırılmasının güncel ve tarihsel öneminin yeterince anlaşılmaması, bu yüzden talebin daha gür ve etkili örgütlenememesinin etkisi olduğunu da söylemek gerekir. Bir kanıksama, alışma halinin etkisinden de bahsetmek gerekiyor. Tecrit halinin bir salt İmralı ve diğer hapishanelerle ilgili olmadığını, tecridin doğrudan Kürtlerin, emekçilerin, yoksulların talepleriyle ilgili olduğunu, tam da bu noktadan özgürlük ve demokrasi mücadelesi için bir çıkış noktası olduğunun tespit edilmesi gerekiyor.
Bilinmelidir ki tecridin kırılması talebi, Kürdün yüzlerce yıllık özgürlük talebiyle sıkı sıkıya bağlıdır. Tecride karşı mücadele etmek… Kürdün, sosyalistlerin, emekçilerin emek ve ekmek mücadelesinin ta kendisidir.
Tecrit mevcut hukuka da aykırı
Kaldı ki istenen evvela hukuk metinlerinin gereğinin yapılmasıdır. Hukuk Fakültesi 1. sınıf öğrencilerinin bile gayri hukuki olarak değerlendireceği uygulamalara karşı durmak, hukukun işletilmesini istemek; aslında insanın kendi özgürlüğünü savunmasıdır. Zira hukuk insanın özgürlüğünü korumamakla kalmayıp tehdit ediyorsa, artık tuz kokmuş, özgürlük yaşamdan çekip alınmış demektir. Özgürlüksüz yaşamak ise ölü bedende yaşamaktan farksızdır. Bu durum insan onurunu ayaklar altına alır, hayatı işkenceye çevirir. Bu durumun kabullenilmesi ise derin bir kölelik halidir.
Hukukçular onurunu korumalı
Heba edilse de ‘çözüm süreci’ olarak tabir edilen süreç Türkiye halklarının uzun bir savaştan sonra nefes aldığı, güldüğü, refah ışığı gördüğü bir süreçti. İşte bu süreç İmralı’da, PKK Lideri Abdullah Öcalan ile başladı.
Bugün PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın zaten engellenen avukatlarıyla görüşme hakkı 6 ay süreyle tekrar kısıtlandı ve ne yazık ki Türkiye’de, Türkiye dışında hukukçular, hukuk örgütleri buna karşı sessiz… Oysa hukuk, gerçek hukukçular için bir onur meselesidir. Haksızlık, insan temel hak ve özgürlüklerinin ihlali, hele de bir ihlal politik bir çıkmaz da yaratıyorsa, hukukçuları harekete geçirmiyorsa, evvela hukuk felsefelerinin sorunudur demektir, hukuk ve hukukçular iktidara eklemlenmiştir demek ki.
Bu yönüyle siyasetçiler, hukukçular; hukuku savunmalı, Anayasa ve yasalar önünde her birey eşittir, demeli, bu ilkeden İmralı Cezaevi de muaf değildir, demelidir. Aksi halde işlemeyen hukuk, daha fazla çürüyen rejim olacaktır ki bu da hiç kimsenin yararına olmayacaktır.