24 Eylül 1996’da, Diyarbakır Cezaevi’nde 10 genç tutuklu (Mehmet Kadri Gümüş, Cemal Çam, Hakkı Tekin, Mehmet Aslan, Mehmet Nimet Çakmak, Kadir Demir, Rıdvan Bulut, Ahmet Çelik, Edip Derikçe. Erhan Hakkı Perişan) gardiyanlar ve askerler tarafından, demir çubuklar ve sopalarla başları ezilerek vahşice, hunharca katledildi, 24 sanık da yaralandı…
O zaman ‘Demokrasi Gazetesinde’ yazıyordum… Başlığı: Devlet devlet olmaktan çıkarsa!” olan bir yazı yazdım… Daha sonra başlığın ‘uygun’ bir başlık olmadığını fark ettim… Aslında yazının başlığı: Devlet işte bu! olması gerekiyordu… Tabii iş işten geçmiş, yazı yayınlanmıştı…
İstanbul’da bir mahkeme, o yazıda ‘devletin manevi şahsiyetini tahkir ve tezyif’ ettiğim gerekçesiyle dava açtı. Duruşmada “devletin ‘manevi şahsiyeti’ diye bir şey olmayacağını, olamayacağını, maneviyatın sadece insana mahsus bir şey olduğunu” söylesem de bir işe yaramadı ve mahkeme beni bir yıl hapis cezasına çarptırdı, cezayı 9 aya indirdi ve aynı suçu beş yıl süreyle işlememek kaydıyla infazı erteledi… Velhasıl, dava bir yıldan az bir zamanda tamamlandı… Devletin katillerine de, ne demekse, öldürme kastı olmaksızın, ölüme sebebiyet vermekten dava açıldı… Dava tam 23 yıl sürdü ve geçtiğimiz haftalarda zaman aşımından düşürüldü…
İşte devlet böyle bir şeydir… Gerçi devlet böyle bir şeydir ama bu ülkenin Anayasasında “Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir” deniyor… Sanki hukuku olmayan bir devlet olurmuş gibi… Tabii kısa bir cümleye dört yalanı sığdırmak da herhalde ‘yüksek hukuk uzmanlığı’ isteyen bir şeydir… Türkiye’deki rejim hiçbir zaman laik olmadı ama öyle bir söylem hep oldu… Hâlâ öyle olduğunu söyleyenler/sananlar ve inananlar var… Demokrasiyle de hiç ilgisi olmadı. Siyasi partilerin, seçimlerin, parlamentonun varlığı, rejimin demokratik olmasını gerektirmiyordu. Demokrasi söylemi kitleleri aldatmak, topluma kurulan tuzağı görünmez kılmak içindi…
Sosyalliğine gelince, yoksulların, işsizlerin ve aldıkları ücretle geçinmekte zorlananların sayısına bakılırsa, TC’nin ‘sosyal devlet’ olma iddiasının da hiçbir kıymet-i harbiyesi yok… Bir rejimin, bir devletin ‘hukuk devleti’ sayılabilmesi için bir kere anayasadan aşağıya doğru bir yasallık (kanunlar) ve kurallar hiyerarşisi olması gerekir. Ve her kanun da meşruiyetini bir üst kanundan almak kaydıyla…
Gerçi Türkiye’de bir anayasa var ama kimsenin taktığı yok. Sarayın kararları/ kararnameleri geçerli… İkincisi, kuvvetler ayrılığı olması gerekir ki, o da by-pass edilmiş durumda. Yargının bağımsız olması gerekir ama yargının hiçbir yerde ve hiçbir zaman bağımsız olduğu görülmemiştir. Devletin kendi hukukuna uyması gerekir ama uymaz… Aslında ‘hukuk devleti’, ‘hukukun üstünlüğü’ gibi söylemler, seyirciyi oyalamak, insanları aldatmak amacıyla uydurulmuştur… Aynı şekilde dillerden düşmeyen ‘demokrasi’ kavramı da…
Devletin misyonu ve varlık nedeni, mülk sahibi sınıfların servetini korumak ve çoğaltmaktır. Bu amaçla da zenginleri yoksullardan korumaktır. Eğer, asıl amaç mülk sahibi oligarşinin çıkarını güvence altına almaksa ki, öyledir, o zaman hukuk da o amaca uygun olabilir ancak…
Fakat bir şey daha var: Bir de ‘hukuk devletiyle’ demokrasi arasında bir özdeşlik olduğu söyleniyor. Birincisi, ‘hukuk devleti’ söyleminin bir karşılığı yok; ikincisi, hukuk devleti eşittir demokrasi diye bir şey de yok! Kapitalizmin geçerli olduğu modern zamanlarda egemen sınıf olan burjuvazinin yönetme pratiğine demokrasi deniyor… Zaten bidayette de demokrasi söylemi, bundan sonra nasıl yöneteceğiz sorusunun cevabı olarak gündeme gelmişti. Gerçi ‘temsili demokrasi’ deniyor ama hiçbir zaman gerçek bir temsil olmadı. Zira, hiçbir zaman seçilenler seçenleri temsil etmedi…
4-5 yılda bir sandığa atılan oyun bir karşılığı yok… Aslında seçimler sadece belirli aralıklarla ‘yönetenler’ değiştiyor izlenimi yaratmak içindir… Yönetenler olduğu yerde durdukça yönetim değişir miydi? Kaldı ki, demokrasi pratiği sadece siyaset (politika) alanını angaje eden bir şey değildir. Elbette “bir insan bir oy” ilkesi önemlidir ama yeterli değildir. Gerçek bir demokrasinin ekonomik ve sosyal alanı da angaje etmesi gerekir. Başka türlü söylersek, demokrasi sosyal eşitliği varsayar. Her söz her ağıza yakışmaz denmiştir…
Şimdilerde bir ‘yargı reformu’ daha gündemde. Sanırsınız ki, bu ülkeyi yönetenler insafa gelmiş de rejimi demokratikleştirmeye karar vermişler… İnsanlar, ekseri reform kelimesine olumlu bir içerik yükleme eğilimindedirler. Her reformun şeyleri iyileştireceği yanılsaması ve beklentisi içindedirler. Reform demek, mevcut olanı yeniden biçimlendirmek, yapılandırmak demektir. Reform geriye doğru da ileriye doğru da bir ‘değişiklik’ yaratabilir. Aslında yapılmak istenen bu güne kadar yapılanların tekrarından ibaret. “Hiçbir şeyi değiştirmemek için bir şeyleri değiştiriyormuş gibi yapmak!”…
Amaç, bir şeyler değişecek beklentisi yaratıp zaman kazanmak… Bu kaçıncı ‘hukuk reformu’ ve bu güne kadar ne değişti? Sınırlı hakların ve özgürlüklerin köküne kibrit suyu döken bu Politik İslamcı iktidarın, hak, hukuk, özgürlük ve demokrasi diye bir derdi olabilir mi? Varlığını hak ve özgürlüklerin yokluğuna borçlu bu iktidarın haklar ve özgürlükler alanını genişleteceğini beklemek, bir şeyi olmadığı yerde aramaktır. Aslında söz konusu olan bir manipülasyon… Amaç, tek adam rejimini, dinci otokrasiyi, tam bir ucube olan ‘Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi’ dediklerini takviye etmek, kalıcılaştırmak…
O amaçla da bir şeyler değişiyor, değişecek beklentisi yaratmak… Varlığını hakların, özgürlüklerin yokluğuna borçlu bu rejimden demokrasi beklemek abesle iştigal etmektir ve bir şeyi olmadığı yerde aramaktır… İnsan haysiyetine yakışır, yaşanabilir bir toplumsal düzen sadece ve sadece ezilen ve sömürülen ama bu dünyanın tüm zenginliğini yaratanların eseri olabilir. Bunun da yolu insanların bilinçli politik özneler olmasından geçiyor… Zira, şeyleri anlamadan onları değiştirmek mümkün değildir…