Özgür Müftüoğlu
Erdoğan’ın tarihi henüz belli olmayan seçimlerde cumhurbaşkanlığına aday olacağını açıklamasının ardından AKP/saray iktidarı seçim çalışmalarına hız verdi.
Hızlandırılmış seçim çalışmalarına yönelik haberlerden biri İstanbul’dan geldi: Bir düğünde damat, ailesi ve bazı davetliler gözaltına alındı, sonrasında da tutuklandı. Sebep, “düğünde damadın omuzuna sarı, kırmızı, yeşil eşarp konulması ve Kürtçe türküler söylenmesi”ydi. Diğer haber Van’dandı. Kent merkezindeki Sanat Sokağı’nda hamile bir kadın ve çocuğu, polislerce gözaltına alındı. Bu kez sebep “çocuğun üzerindeki Selahattin Demirtaş’ın fotoğraflı tişört”tü. Polis, bu yüzden anne ve çocuğunun önünü kesmiş; anne buna tepki gösterince çocuğuyla birlikte gözaltına alınmıştı. Yetinmemiş, çocuğun ve annesinin gözaltına alınmasına tepki gösterdiği gerekçesiyle çevrede bulunan altı yurttaşı da gözaltına almıştı.
“Kimlik siyaseti ile yaratılan ayrımcılık üzerinden toplumu kutuplaştırarak oy devşirme ve iktidarı elinde tutma pratiği”, 1 Kasım ve sonrasındaki tüm seçim ve referandumlarda -milliyetçi/ulusalcı muhalefetin de katkısıyla- AKP/saray iktidarının kazanmasını sağladı. AKP/saray, kutuplaştırarak oy devşirmeye öyle alıştı ki halkın işsizliğini, yoksulluğunu kısacası toplumun ihtiyaçlarını, taleplerini bir yana bırakıp “ayrımcılık siyaseti”ni iktidarda kalabilmenin biricik yolu olarak görmeye başladı.
Örneğin 15 Temmuz darbe girişimi, bunun için büyük bir fırsat oldu. Belediyelere kayyum atanarak, siyasetçiler tutsak edilerek Kürtlerin siyaset yapma zemini ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Aradan geçen altı yılda HDP’ye ve Kürt siyasetçilere yönelen baskıların ardı arkası kesilmedi. Gerek yerel yönetimlerde gerekse TBMM’de -bir zamanlar dillerden düşürülmeyen- “millet iradesi” ayrımcılık siyasetiyle ayaklar altına alındı. Ayaklar altına alınan sadece Kürt halkının iradesi olmadı, beraberinde tüm Türkiye halklarının iradesi yok sayıldı. Zira sadece parlamentonun değil, anayasa başta olmak üzere hiçbir yasanın, hukuk kuralının hükmü kalmadı.
Siyasi iktidarların varlığını sürdürme gayesi ile toplumun genel çıkarlarını koruma sorumluluğu arasındaki makas açılıp halkın iradesi ve hukuk hükümsüz kalınca “gerçekler”, siyasi iktidarların ayağına daha fazla dolanır. “Gerçekler”den kurtulmanın en kolay yolu ise halkın gerçekleri öğrenmesini engellemektir; bunun için de basının sesi kesilmelidir! Türkiye’de siyasi iktidarların gerçeklerle ve dolayısıyla özgür basınla ilişkisi her zaman problemli olmuştur. Ama 15 Temmuz bahanesiyle ilan edilen OHAL’le basın üzerinde oluşturulan baskılar darbe dönemlerini bile aratacak ölçüdedir. OHAL düzeninde ve bu düzende inşa edilen otokratik rejimde pek çok muhalif televizyon, radyo, gazete, dergi kapatılmış, birçok gazeteci mesleğini layıkıyla yerine getirmeye çalıştığı için özgürlüğünden edilmiştir.
AKP/saray iktidarının hızlandırılmış seçim çalışmalarında ilk işlerinden biri yine özgür basını susturarak gerçekleri toplumdan gizlemek oldu. Önce 20 Kürt gazeteci gözaltına alınıp ardından bu gazetecilerden 16’sı tutuklandı. Bu tutuklama haberinin duyurulduğu sıralarda gazeteci İnci Hekimoğlu da gözaltına alındı (Gazetecilerin haklarında soruşturma ve dava açılması vaka-i adiyeden olduğu için onların sözünü bile etmez olduk.). Böylece sadece gözaltına alınan, tutuklanan, hakkında dava açılanlar değil iktidar yanlısı olmayan tüm gazetecilere “gerçekleri topluma aktar(a)mamaları için” gözdağı verilmek istendi. Yine benzer saatlerde AKP-MHP’nin teklifiyle “Dezenformasyonla mücadele” adı altında getirilen yasal düzenleme TBMM Adalet Komisyonu’nda kabul edilerek Genel Kurul gündemine alındı. Görsel ve yazılı basının ardından sosyal medyada da gerçeklerin dile getirilmesini engellemeyi amaçlayan bu sansür düzenlemesiyle AKP/saray iktidarı en önemli seçim hamlelerinden birini daha yapmış oldu!
AKP/saray iktidarı, gerçekleri gizleyerek, çarpıtarak; çocuğun tişörtündeki -altmış yedi aydır tutsak bulunan- Demirtaş’ın resmine, eşarbın rengine, türkünün diline bile tahammül göstermeyerek halklar arasında ayrımcılığı körükleyen kimlik siyasetiyle bekâsını bir kez daha korumayı başarabilir mi?
Bu sorunun yanıtını şüphesiz milliyetçi/ulusalcı muhalefetin tavrı ve halkın kimlik siyasetine ne ölçüde itibar edeceği belirleyecektir. Eğer bugüne kadar olduğu gibi muhalefet kimlik siyasetine yamanmaktan medet umar, halkı da bu yönde etkilerse mevcut iktidarın devamına hizmet edeceği gibi “millet iradesi”ne bir tekme daha vurarak “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” söylemlerinin palavra olduğunu da ilan edecektir!