Tereddütler bırakmış bir korkağın kabuslarını yaşıyoruz. Uyumak, uyanmak ve hiç uyanmamanın isteği yoklarken, günler gecelere boca ediliyor. Kâh kocaman, kâh daracık odalarda, hatta uzun bir yolda sayıklıyoruz: Kimse derdine çözüm bulmak istemiyor. Büyük büyük hayaller bırakmış yerini küçücük hesapların paralamasına.
Efsane der ki; yoktuysa gidilecek bir yol, açmak lazım. Çıkmaz sokaklara benziyor artık her yüz. Bunu efsaneler bile kaldırmaz çünkü başkasına anlatılmaktan utanç duyar. Yok mu peki filozofların düşünce yollarında aydınlık bir yol? Kaos ise kaos, itaat ise itaat veya seçkinlerin yasaları. Denilir ki bulunmuş bir yol, görmek biçim değiştirince kendini gösterir.
İstismar edilmiş gelecek rüyası ve iğdiş edilmiş hayaller ile nereye böyle diye istikrarlı sorular kovalıyor gitmek isteyeni. Cevaplar ki kendine yabancı. Her deva kendinden şüphe duyuyor. Çölde kum, okyanusta balık, gökyüzünde yıldız. Çeperimiz ancak bu kadar genişliyor.
Huysuz bir bahar ve huzursuz bir kış arasında geçen hazin bir hikaye bu. Yıllardır kendini devreden bir lanet gibi. Hatırlansa bazı yazlar, isyancı yağmurlar ya da birçok sonu beraberinde getiren sonbahar. Mevsimlerin getiremedikleri de götüremedikleri de savruldu. Gelen ve beraberinde getiren kimdi, neredeydi şimdi? Doğayı bir ebeveyn lakabıyla gömenler nereye gitti. Ahbap belleyenler neden burada değil? Sorular ve sorular ve onların getireceklerine hasret geçen zamanlar. Burası tam o vakit.
Köşelerini kaybetmiş bir duvar öğretir belki heybeti de ihtişamı da yeniden hatırlamayı. Öfke de bilenir, üzüntü de hızla geçer. Adıyla hatırlanmayan ne varsa, sonuyla aldatan ne olduysa, yeniden yazılır. Her yanlış çünkü doğru yazılmayı ve doğru hatırlanmayı hak eder.
Uzak bir hayale sürgün düşmek. Hayal uzak, firar yakın. Hayal firar, yakın uzak. Her şey metamorfoza mahkum. Yer değiştirince yerini kaybeden bir büyük oyun. Zor olanı zorda oynamak bir kader. Dönmek hata, yürümek bigâne. Umutsuz bir tablo değil, renkten, siluetten ve imgelerden bıkmak da değil. Kıymetli bir vazgeçişin şafağını hiçbir şey ve hiç kimse gösteremiyor.
Yalnız kalmış bir tiran, heykeli henüz bulunmuş bir kahraman, başlangıcın yanlışını doğrulayan bir hiyeroglif. Anlatılsa kıyamet, gösterilse kaybettiklerimiz. Seçmekten ve seçilmekten üşense insanlık. Hızla yanlış hazzın sürüklediği dehşete katlanmasa varlık. Yok bir yeniden oluş. İşte bu hazin bir macera, uykuları bölen derin bir yara.
Bir bulut yığınını bir çocuk çizse de yol açılsa, bilindik dünyadan ve bilindik rüyalardan uyansak artık. Sınırları kalksa ve bu çağın yangınında küle dönse eski umutlar. Belki de Rimbaud’nun yazdıkları bir cevaptı bize doğru fırlatılmış:
“Dert mi öç? – Dert olmaz mı, bakıyoruz gülerek,
Sanayiciler, soylular, vekiller, geberin!
Canları cehenneme, tarih, tüze ve erkin!
Kan gerek bizim için. Altın alev! Kan gerek!”
* Haftanın kitap önerisi: Maurice Blanchot, Karanlık Thomas / Çeviren Sosi Dolanoğlu, Metis Yayınları