Türkiye’de 14 Mayıs’ta yapılacak seçimler siyasal bakımdan demokrasi mi diktatörlük mü sorusunun yanı sıra toptan halk dediğimiz sıradan yurttaşlar açısından bir başka sorunun da cevabı olacak: Soğan mı yoksa TOGG/İHA-SİHA-TCG mi?
Meriç Gök
Bugünlerde dayanılmaz boyutlara varan hayat pahalılığının altında tam anlamıyla ezilen yoksul milyonlara yirmi yılı aşkın bir süre yönettikleri devletin/ülkenin aslında ne kadar büyük ve güçlü olduğunu göstermek için yerli parça oranı Türkiye’de üretilen diğer arabalardan daha fazla olmayan bir arabayı büyük bir tantanayla “yerli ve milli arabamız” diye yutturmaya kalkan siyasi iktidar bize bir başka kişiliğin, Hitler’in arabasını hatırlatıyor ‒ tabii o dönemden günümüze kadar gelen büyük otoyolları ve Rügen adasındaki 20.000 kişilik devasa Prora oteli gibi çılgın projeleri ve devasa yapıları da göz ardı etmeden.
1950’li yıllardan itibaren şeklinden dolayı bizim uğur böceği dediğimiz böceğe benzetilerek Amerikalıların “Beetle”, Almanların ise “Kӓfer” (“Böcek”) dediği, bizde halk arasında “vos vos” veya “tosbağa” olarak adlandırılan arabanın kuruluş hikâyesi bugün de bize çok şey anlatıyor. Önce bu araba Nazilerin faşist ideolojisinde, yönetimlerinin ekonomik ve teknik bakımdan ne denli güçlü olduğunu, diğer ülkelerle aralarındaki farkın kapatıldığını gösteren önemli bir unsur olarak araçsallaştırılır. Hedefi ortaya koyan bir sloganları vardır: Tüm halka, herkese bir araba. Arabanın imal edileceği fabrikanın adı da, seri üretilecek araba modeline uygundur: Volkswagen (Halk arabası). Başlangıçta Nazilerin Almanlara vaat ettiği şey buydu. Ancak aynı dönemde kadınlara Kayzer Wilhelm döneminin ünlü üç “K”sından (Kinder/Çocuk; Kirche/Kilise ve Küche/Mutfak) esinle formüle edilen bir yaşam tarzı dayatılırken sonunda bütün bir toplum hatta tüm bir dünya 1939’dan itibaren tek “K”lı ( Krieg/Savaş) bir hayata mahkûm edilecekti. Herkese bir Volkswagen denilerek inşa edilen fabrika ise savaş boyunca, halka tek bir araba bile üretmeyecek; fakat Hitler’in ordusuna (Wehrmacht) savaş malzemesi üretecekti.
“Kendi arabanı kullanmak istiyorsan haftada beş mark biriktirmelisin!” Nazilerin 3. Reich’ında 1930’ların sonuna kadar 300 000’den fazla tasarruf sahibi bu slogana uydu. Finansman modeli neredeyse inanılmaz bir şey vaat ediyordu: Adolf Hitler’in 1934’te “Volksgenosse”lerine (yurttaşlarına) duyurduğu herkesin satın alabileceği bir arabaydı “Volkswagen”. O dönemde Almanya, diğer Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında henüz arabasız bir ülke sayılırdı. 1930 yılında sadece 500.000 civarında kayıtlı motorlu araç vardı. Bu da Reich’ı, 1,5 milyondan fazla otomobilin yollarda dolaştığı Fransa ve İngiltere gibi komşularının çok gerisine düşürüyordu. ABD ile aradaki fark daha da çarpıcıdır: burada kitlesel motorizasyon 26 milyon taşıtla çoktan başlamıştı. Naziler, Almanya’nın da aynı şeyi yapmasını istiyordu. Adolf Hitler iktidara geldikten kısa bir süre sonra tutkulu ve iddialı hedefini açıkladı: Saatte 100 km azami hız, dört kişilik koltuk, satın alınması ucuz ve yakıt tasarruflu bir taşıt – “Volkswagen” böyle görünmeliydi.
Nasyonal Sosyalist otomobil seferberliği
Ve Almanlar kampanyada öngörüldüğü gibi tasarruf ederek her hafta bir araba sahibi olma umuduyla tasarruf kartına, tasarruf pullarını yapıştırdılar. Ancak bir sorun vardı: Ortada reklamı yapılan araba yoktu; dahası bu arabanın inşa edilebileceği fabrika bile yoktu. 26 Mayıs 1938’de Aşağı Saksonya’daki Fallersleben kasabası yakınlarında Volkswagen fabrikasının temeli atıldığında yüzbinlerce kişi çoktan bir tasarruf veya araba alım sözleşmesi imzalamıştı. Ancak o zamanlar “KdF arabası” denilen araba için para biriktirip müşteri kaydı yaptıranlar hayal ettikleri arabaya asla sahip olamadılar; çünkü Nazi yönetiminin başlattığı savaşla birlikte paraları da Hitler’in savaş harcamalarına gidecekti. Para yatıranlar, Volkswagen’a dava açtıklarında şirket var gücüyle bu istemlere direnecekti.
İlerleme, teknoloji, hız: Sürücü ehliyeti olmamasına rağmen Hitler otomobilin büyüsünü biliyor ve onu propaganda amacıyla kullanıyordu. Almanya genelinde bir istihdam yaratma önlemi olarak inşa edilen ve düşük motorizasyon seviyesi nedeniyle şüpheli olan otoyollarda olduğu gibi, burada da aynı şey geçerliydi: Propaganda etkisi, gerçek faydadan daha önemliydi. Çünkü buna arabanın yakında artık üst sınıfın ayrıcalığı olmayacağı, herkes için bir keyif olacağı şeklindeki belirsiz vaat eşlik ediyordu. Buna uygun olarak da kitlelerin motorize edilmesi büyük bir çabayla sahnelendi.
Bu araba projesi başlangıçta Nazilerin Alman Emek Cephesi’nin (DAF) bir yan kuruluşu olan Neşeyle (Neşe Sayesinde) Kuvvet (KdF) örgütündeydi ve üretilmesi tasarlanan arabaya da bu örgütün adı verilmişti: Neşeyle Kuvvet Otomobili. Nazilerce kurulan ‘Neşeyle Kuvvet’ adlı bu kitle örgütü, Hitler döneminin siyasal diliyle ‘Alman yurttaşları’ anlamında kullanılan “Volksgenossen”in (“yurttaşlar”) boş zaman faaliyetlerini organize etmek, onları kontrol altında tutmak ve görünürde masum eğlencelerle rejime kazanmak için kurulmuştu. Tatil gezileri ve dağlarda yürüyüş gezileri, bowling turnuvaları ve dikiş kursları örgütün bu amaçla düzenlediği başlıca etkinliklerdi. Ve şimdi bu örgütün, KdF’nin yönlendirmesiyle kitleler için de seri araba üretilecekti. Ama bunun için önce bir fabrikaya ihtiyaç vardı.
Volkswagen fabrikasının başından beri örnek bir proje olması amaçlandı. Aynı zamanda yeni kurulan “Volkswagenwerk Şirketi”nin genel müdürü olan Avusturyalı Ferdinand Porsche, modern üretim yöntemlerini ABD’ye yaptığı araştırma ve inceleme gezilerinde, özellikle de Ford şirketinin uygun maliyetli seri üretim (akar bant) sistemini öğrenmişti. Almanya’da proje yalnızca tasarruf sahipleri tarafından biriktirilen milyonlarca Reichsmark’la değil, aynı zamanda 1933’te sendikaların Nazilerce el konulan varlıklarıyla da finanse edildi.
Fabrikanın kurulacağı yer için Braunschweig’in kuzeydoğusunda Aşağı Saksonya’daki küçük Fallersleben kasabası seçildi. Her şeyden önce Mittelland Kanalı, demiryolu hattı ve İmparatorluk otoyolu ile Berlin‒Hannover arasındaki konum elverişli görülüyordu. Bunun dışında askeri bakımdan da burası uygundu: Muhtemel bir savaş durumunda, fabrika ulusal sınırların çok uzağındaydı ve bu nedenle böyle bir durumda hava saldırılarından olabildiğince korunabilecekti. Fabrikanın temeli 26 Mayıs 1938’de Fallersleben’de atıldı. Rejim, bu olayın coşkulu sahneleme fırsatını kaçırmadı. Tören en ince ayrıntısına kadar titizlikle planlandı. KdF tasarrufçuları, yani arabanın ilk müşterileri Reich’ın her yerinden kalkıp gelecekteki üretim sahasına bir tür hac ziyaretleri yaptı; SA ve SS onur oluşumları gönderdi, Reich İşçi Servisi üyeleri, Hitler Gençliği ve parti üyeleri seyrek nüfuslu “Wolfsburg ülkeciği”ne nakledildi.
Adolf Hitler, 50.000 katılımcının ve 600 onur konuğunun hazır bulunduğu Südheide’de düzenlenen temel atma töreninde yaptığı konuşmasında geleceğin VW fabrikasının “Nasyonal Sosyalist Alman devletinin, Nasyonal Sosyalist halk birliğinin sembolü” olduğunu ilan ediyordu.
Volkswagen fabrikasının kuruluşu Almanya’da aynı zamanda yeşil alandaki endüstriyel yerleşimin de erken bir örneğidir: 1937’nin sonunda bölgede sadece 857 kişi yaşıyordu. Planlanan seri üretim için ne yeterli iş gücü ne de uygun barınma yeri vardı. Bu nedenle, yeni fabrikadan birkaç hafta sonra, başlangıçta yeni “Fallersleben yakınında KdF arabasının şehri” denilen yerde tam da deyimdeki gibi hiç yoktan bir fabrika şehri yaratıldı. Ancak savaştan sonra, 25 Mayıs 1945’te Müttefikler fabrikayla birlikte oluşan bu yeni kente daha özlü bir isim olan “Wolfsburg” adını verdiler.
Ancak bundan önce, 20.000’den fazla zorunlu işçi ve toplama kampı mahkûmu Volkswagen fabrikasında insanlık dışı koşullarda çalıştırıldı ve bunların birçoğu ıstırap içinde öldü. Fabrikada kitleler için vaat edilen otomobiller yerine askeri cipler, savaş malzemeleri üretildi. Hitler’i seri üretilen “Volkswagen”da özellikle etkileyen şey, üretimin sivil bir araçtan askeri bir araca kolayca dönüştürülebilmesiydi. Bu kolay dönüşme yoluyla savaş boyunca Volkswagen fabrikası Alman imha savaşı için Alman ordusuna (Wehrmacht) ve SS’e 60.000’den fazla ürünün yanı sıra savaş uçakları, mayınlar ve uçak bombaları teslim etti. Buna karşılık fabrikanın kendisini “savaş zamanı model işletmesi” olarak adlandırmasına izin verildiği gibi bu şirkete “Nasyonal Sosyalist model işletme” onursal unvanı da verildi.
Savaştan önce binlerce sipariş alan fabrikadan savaşın sonunda sadece 630 sivil araç çıkmıştı – bunlar da Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin (NSDAP) önde gelen görevlileri içindi. Ekonomik mucizenin bir sembolü olarak gösterilecek olan “Böcek”in pazar için ‘sivil’ seri üretimine bilindiği gibi ancak savaştan sonra 50’li yılların sonlarında özellikle 60’lı yıllarda başlanacaktır.
Türkiye’de de artık yolun sonuna gelen rejim, İHA-SİHA araçlarıyla ve bu araçlar için pist görevini de görecek bir geminin üretimiyle; keza TOGG denilen arabanın üretimiyle, bunların ileri teknoloji gerektiren aksamının neredeyse tamamı dış ülkelerden temin edilmesine rağmen halka asılsız bir “yerlilik” propagandasıyla aklı sıra kendisi için bir başarı hikâyesi çıkararak kamuoyunun dikkatini gerçek sorunlardan olabildiğince bu uyduruk hikâyeye çekmeye çalışıyor. Bütün baskıcı rejimler gibi Erdoğan iktidarı da hayatları yoksulluk ve mahrumiyet içinde geçen insanları, ülkenin/devletin çok büyük ve güçlü olduğu masalıyla uyutabilmeyi amaçlıyor. Ancak bu arabanın ‒ bu tasarı için bir araya gelen daha doğrusu getirilen kapitalistlerin aldığı adın baş harflerinden oluşan ‒ adının kendisi bile, son birkaç yıl içinde en büyük parasıyla dahi kayda değer bir şey alınamayan ve dünyanın en pahalı ülkelerinden biri haline gelen ülkede halkın dikkatini tok olup olmamaya tokluk-açlık sorununun tartışılmasına yol açarken aynı zamanda son aylardaki yüksek fiyatıyla hayat pahalılığının simgesi haline gelen soğana işaret ediyor.
Bizdeki bu tartışmanın bir benzeri de 1935’lerden itibaren Hitler Almanya’sında yapılır. Propaganda Bakanı Goebbels, 1935/36 yılbaşı konuşmasında son iki yıl boyunca askeri harcamalara büyük bir pay ayırarak izledikleri savaşa hazırlık yapma politikasını “gerekirse tereyağı olmadan da başa çıkabiliriz ama toplar olmadan asla” sözüyle savunuyor ve temel gıda maddelerine erişim zorluğu çeken halka silahlanma uğruna beslenmesinden fedakârlık yapması gerektiğini telkin ediyordu. Savaş hazırlığı içindeki Almanya’da “tereyağı yerine top” sloganı, aynı zamanda nasyonal sosyalistlerin tercihini de göstermektedir. Propaganda bakanının bu özlü parolasını dönemin önde gelen bir başka Nazi lideri Rudof Hess de 1936 yılında yaptığı bir salon konuşmasında “Ve gerekirse gelecekte biraz daha az yağ, biraz daha az domuz eti, biraz daha az yumurta tüketmeye hazırız.[…] Tasarruf ettiğimiz dövizin yeniden silahlanma için kullanılacağını biliyoruz. Bugün de aynı slogan geçerli: tereyağı yerine top” diyerek yineleyecekti. Ancak Nazilerin bu tercihlerinin sonunda sadece kendi ülkelerini değil, tüm dünyayı nasıl bir felakete götürdüğü malum.
Türkiye’de 14 Mayıs’ta yapılacak seçimler siyasal bakımdan demokrasi mi diktatörlük mü sorusunun yanı sıra toptan halk dediğimiz sıradan yurttaşlar açısından bir başka sorunun da cevabı olacak: Soğan mı yoksa TOGG/İHA-SİHA-TCG mi? Sevgili Mahzuni’yi de burada özlem ve sevgiyle anarak belirtelim ki yirmi bir yıllık AKP iktidarı tarafından bugün topluma dayatılan seçenek budur.