Gizlice getirdiği telefonun hikayesinden köpeği Jessy ile iletişimine, babası ile hayal gücü üzerinden geliştirdikleri diyaloglardan henüz incinmemiş ruhunun ferahlığına kadar her görüntüde hem hikâyeye hem de bizlere tebessüm ettirir
Rengin Tapancı
Yolculuklar ve yollar üzerine çeşitli metaforlar yapılır ve temelde değişimi anımsatırlar. Yola çıkan; tıpkı yolun değişmesi gibi, yolun başındaki ile aynı kişi değildir. Bir anne, bacağı kırık bir baba, genç oğulları, inanılmaz enerjik çocukları ve hasta bir köpek ile bir arabaya sıkıştırılan bir yol filmi olan bu film de bizi aynı hisle meraklandırır. Film alçılı bacak üzerindeki piyano tuşlarını minik parmaklarıyla tuşlayan çocuğun görüntüsüne eşlik eden müzik ile başlar ve filmde yönetmenin müziği ve hayal gücünü önemli bir noktada tuttuğunu anlarız. Müzik ve yolculuk; ikisinin de duygu geçişlerini ne kadar iyi yansıttıklarını belki de o nedenle birbirlerine ne kadar yakıştıklarını bu filmde bir kez daha anlıyoruz.
Film İran rejiminin baskılarıyla ilgili olarak bir nedenle sınır dışına çıkması gereken genç oğullarına yardım eden ve bunun için birçok maddi ve manevi zorluğa girişen sıcacık ve buruk bir ailenin hikayesidir. Filmin asıl dinamiği; yolda gördüğü kuru ve kasvetli kum tepelerini çeşitli şekillere benzeten, yerinde duramayarak ve sürekli şarkı söyleyerek hüznü dağıtan, sisli görüntülerden hikayeler anımsatıp adeta yoldaki ve arabadaki sisi dağıtan ve bu dramatik hikâyeyi ajite etmeden bize yansıtan küçük çocuk üzerinden şekillenir. Gizlice getirdiği telefonun hikayesinden köpeği Jessy ile iletişimine, babası ile hayal gücü üzerinden geliştirdikleri diyaloglardan henüz incinmemiş ruhunun ferahlığına kadar her görüntüde hem hikâyeye hem de bizlere tebessüm ettirir.
Anne üç erkek içerisinde neredeyse tüm sorumluluğu üzerine almış, endişeli ve hüzünlü ama hemen hemen her İran filminde tanık olduğumuz gibi bir o kadar da güçlü bir kadını temsil eder. Adeta aileyi bir arada tutan, kopuklukları yumuşatan bir tutkal gibidir. Son sahnelerde oğlunu geride bırakmanın acısını müzikle bastırırken arada haykırışlara dönüşen sesi ve direksiyonun başında ilerlemesiyle yönetmen bize aldığı sorumluluğu, hissettiği acıyı ve hüznü çok iyi yansıtmıştır.
Babanın, akışta gamsız bir profil çizse de bazı diyaloglardan ve özellikle hamamböceği benzetmesinden aslında kendini ne kadar yetersiz hissettiğini anlayabiliyoruz. Bacağındaki alçı ve sürekli acısıyla kendini hatırlatan dişindeki çürüme, yetersizliğinin sadece bedenindeki somut halidir. Küçük oğluyla yapmış olduğu keyifli diyaloglar da olmasa epey ruhsuz biri olarak düşünebilirdik. Ancak gamsızlığının daha çok gerçekliği kabul etmenin getirdiği bir dinginlik olduğunu köpeğin sandalyeyi sürüklediği, klima suyunun aktığı birçok olaya tepkisinden ve bisikletçi ile yapmış olduğu konuşmadan anlarken, uzun uzun dalan ve o esnada yakaladığımız endişeli bakışlarından, ailesiyle birebir yaptığı diyaloglardan aslında onlara ne kadar değer verdiğini ve belki de kırık dökük vücudunda resmedilen ruhunun bütünlüğünü sağlayan tek şeyin ailesi olduğunu görmek mümkün. Oğluyla derenin ortasında yaptığı hoş diyalog ise aslında üzerinde sırıtan birçok şeyden biri olan babalığın da sırıtması ve bunun farkında olduğunu hissettirmesidir.
Genç oğul ise filmdeki en sessiz ve içe dönük karakterdir. Zaman zaman sitemli çıkışlarından bu sessizliğin dinginlikten değil, içindeki kaosun boğuculuğundan olduğunu anlıyoruz. Onu nelerin beklediği, geride bırakacaklarının ağırlığı ile film boyunca yönetmenin en savrulan kişiyi direksiyonun başına geçirmesi tesadüf değildir.
Yönetmen bisiklet yarış ekibi, koyun postu gibi garip ve absürt olaylarla filme farklı dinamikler katmıştır. Çölün ortasında termal uyku tulumu ile uzanmış baba ile üzerine uzanmış küçük oğlunun Batman üzerinden kurguladıkları hikâyeyi dinlerken, kamera açısının ikisini merkeze alıp çölde giderek genişlemesi ve adeta yıldızların arasında astronot gibi görünmesi de filmde inanılmaz güzel bir sekans yaratmıştır. Çölün o kuru ve boğukluğu içerisine yerleştirdiği suretlerin çıplak duygusunu; filmde özenle seçilen -ki bazılarının İran devrimi öncesi popüler olan fakat devrimden sonra ise yasaklanan şarkılar olduğunu öğreniyoruz- , adeta kahramanların duygularını yansıtan şarkılarla ve yer yer karakterlerin eşlik etmesiyle çok iyi bir ahenge dönüştürmüştür. Nereye gittiği belli olmayan çöl yolunda ve araba gibi daracık bir mekânda baskı rejiminin soğukluğunu ve her şeye rağmen umut veren sıcaklığı aynı anda hissediyoruz. Özellikle filmin sonlarına doğru minik çocuğun arabanın tepesinde yaptığı dans ve kameranın anneye dönerek aynı anda acı ve coşkuyu yansıtması sonrası Jessy’nin ölümünün fark edilerek kamera açısının çölün boşluğuna dönüp müziğin kesilmesi bizi duygudan duyguya sürükleyen çok etkileyici bir sahne olmuştur.
Film, küçük çocuğun gizlice getirdiği telefonun gömülmesi ile başlayıp, minik köpeğin gömülmesi ile biter; korku ile başlayan eylem hüzün ile bitmiştir ancak yol devam etmektedir. Panah Panahi İran filmlerinin ve sanatının yorumunun ne kadar güçlü olduğunu bize yeniden anımsattığı bu filmi ile, bizi çıplak bir gerçekliğe ajite etmeden taşırmayı başarmıştır. Aksine minik çocuk üzerinden gerçekliği yırtıp geçen hayal gücü ile bizi başka bir gerçekliği hayal etmeye davet etmiştir. İran devletinin baskıcı rejiminden kaçmaya çalışan bir kişi üzerinden toplumsal meselelerin keskin taraflarının sadece soğuk yanlarıyla değil, yaşamda bir arada olmamıza imkan sağlayan sıcacık yanlarıyla, basit bir hikaye üzerinden böyle güçlü bir şekilde yansıtılması, bize ihmal edilen her hikayenin ne kadar özel ve yoğun olduğunu bir kez daha anımsatmıştır.