M. Ender Öndeş ile yeni çıkan Yedinci Günün Sabahında adlı öykü kitabı üzerine konuştuk
Reyhan Hacıoğlu
“Demek insanın içi kararınca kanı da kararıyor” diyor yirmi bir öyküden oluşan Yedinci Günün Sabahı kitabında M. Ender Öndeş. Kitapta kimler yok ki; kadınlar, işçiler, anneler, babalar, mezarlar ve trenler… Her bir hikâye aslında yaşadıklarımızı ya da yaşayabileceklerimizi anlatıyor. Bir öyküde birçok kahraman ve her kahramanda birden çok ruh dünyasına ortak olabilme duygusu… Ve birçok öyküde “roman da olurmuş bu” dedirten geçişler. Evet, Notabene’den çıkan M. Ender Öndeş’in Yedinci Günün Sabahında kitabı, hem çok derdi olan hem de “Ne söylenir ki” dedirten türden.
Aynı zamanda gazetemizin de yazarlarından olan Ender Hoca ile kitabın derdini konuşmak isterken ortaya keyifli bir edebi sohbet çıktı. “Biz neler yaşamışız böyle” dedirten ve sık sık “Ben olsaydım” çelişkisi ile insanı sarmalayan Yedinci Günün Sabahında, aslında Öndeş’in gazetecilik hayatının da bir panoraması. İşte, aklıma geldiği gibi sorduğum ve Ender Hoca’nın aklına geldiği gibi cevapladığı o röportaj.
- Neden Yedinci Günün Sabahı? Derdi ne bu kitabın?
Aslında hikâye anlatıcılarının tamamının -bir derdi olmadığını söyleyenlerin bile- derdi aynıdır, belli bir coğrafyanın belli bir döneminin tarihine katılmak. İstanbul’un bir dönemi üzerine ne okursanız okuyun mesela, Sait Faik olmadan olmaz. Çukurova işçi sınıfı üzerine alt alta kırk tane istatistik dizseniz, Orhan Kemal okumadıysanız, yetmez. Rus Devrimi dersiniz örneğin ama Gogol-Çehov olmadan çarlığın atmosferini anlamanız zordur. Bence her öykü, her roman vb. biraz bunu yapar.
Gazetecilik ayrı bir avantaj tabii; notlarınız olur, bir şeyler birikir zihninizde ve onlar bazen kurgulanabilir hale gelir. Artık o birikmişlere hangi form uygunsa! Hangisi olacağını önceden bilmek de zordur. Bir derdi sadece şiirle anlatabiliyorsan, şiirden başka bir dil onu anlatmaya yetmiyorsa, şiir yazarsın. Politik makalelerin anlatabildiği bir durum için ille de öykü yazman gerekmez mesela. Ama tersi olur bazen. O durumu, o olguyu hiçbir haber/makale formu anlatmaz, anlatmaya yetmez. Bizim düz okuyup geçtiğimiz haberin, gözümüze takılan bir ayrıntının arkasında muazzam bir derinlik olabilir ve o derinliğini yakalamak sadece öykü anlatmaya başladığınızda mümkün olur.
- ‘Otuz Beş Yıl’, insanı düşündüren bir hikâye. Bir kadın 35 yıl bekliyor ve bir şeyler değişiyor. Niye bu kadar bekliyor diye soruyor insan.
Bu öykü, az önce söylediğimin tipik bir örneği. 20 yıl öncesinde bir Anadolu Ajansı haberiydi bu. 35 yıldır yatalak bir koca, öldürüp teslim olan bir kadın filan… Bir kenara not almışım öyle. Sonra, ortaya bambaşka bir kurgu çıkmış. Gazetecilik somut iştir, biliyorsun. Her şey nettir: 5N1K! Öykü öyle değil ama. Onu kendiniz kuruyorsunuz. Bir başlangıç noktası olsa da sonradan onun yönü değişiyor, karakter kuruyorsunuz. 35 yıl beklemek de bir yerde patlamak da insana dair durumlar. “Neden böyle?” sorusunun tam karşılığı yok. Öyle bir nokta olur ki, bizim rasyonel mantığımıza göre bir beklenti sahibi olmak anlamak için yetmez. Ayrıca, gazeteciliğin tersine hikâye sizi yönlendirebilir ve gazeteciliğin tersine bir neticeye varma mecburiyetiniz de yok. Yoksa öykü değil, haber olurdu yazılan.
- ‘Bekleyiş’ öyküsünde var yine, ayağı sakatlanmış bir emekçi ve köpek… Okurken insan kendisini ikisiyle de özdeşleştiriyor…
Bunu söylemek ayıp mıdır bilmiyorum ama bazen her şey yazarken kendiliğinden oluyor, şöyle bir özdeşlik yaratayım diye başlamıyorsunuz işe. Ama evet, ikisi de başkaları tarafından hayatta tutuluyor. İkisinin ortasındaki eksen ise aslında kadın. Aslında ikisinin de yaşamları ona bağlı ve kadın da biliyor pazartesiye bir şey olmayacağını, bu durumun devam edeceğini. Milyonlarca insanın hayatı böyle aslında, çok sıradan bir hikâye bir anlamda. Ama derinliği var, her hikâyede böyledir; adamın, kadının ve köpeğin nereden nereye geldikleri okuyucunun imgeleminde tamamlanan boşluklar içerir. Hikâye de budur zaten. Her hikâyenin çevresinde okurun doldurabileceği bir alan vardır.
- ‘Sabah’ta bir yandan silahın soğukluğu ve korkunçluğu var ama bir yandan da kendi “adaletini” sağlayan biri var. Herkes kendi adaletini mi sağlamalı?
Öykü bunu söylemez ki. Öykü, şunu yapar: Herkesin görüp/okuyup geçtiği bir olaya bakar ve böyle bir durumu yaşayan karakterlerin ne hissettiğini, zihninden neler geçtiğini/geçebileceğini çözmeye çalışır, onu anlamaya ve -şüphesiz kendi subjektif yorumuyla- anlatmaya çalışır. Dolayısıyla karaktere bir şey öğretmeye çalışmadığı gibi karakterin yaptığını onaylamak, “Aferin” demek gibi bir görevi de yoktur. Öykücü, kendini bir karakter olarak konumlandırır ve onun gibi düşünmeye başladığında aklına Sadık diye biri gelir mesela, ondan silah sağlanabileceği vs…
- “Oy Dayê Oy Dayê”de ne var bizi bu kadar acıtan?
Bekir Yıldız yıllar önce Kaçak’ta ölmüş çocuklarının köy meydanına dizilmiş cesetlerine sahip çıkamayan Kürtleri anlatmıştı, okurken çok canım yanmıştı. Burada ise tam tersi, trajik bir sahiplenme var. Bir annenin acısını hafifletmek için söylenen yalan var. Artık o gerçekten bir yalan mıdır yoksa Kürdistan kolektif bir annedir de aslında herkes onun çocuğu mudur? Orası da karışık bir mesele. Bu toprağın böyle yüzlerce öyküsü var. Biz olsak da olmasak da, yazsak da yazmasak da var. Öyküler acı, evet ama bu öykücünün suçu değil.
- Vagonlar, iç içe geçmiş birçok hikâye. Genelinde şöyle bir duygu var: Bir adalet arayışı, bir vicdan muhasebesi…
Öyküler, romanlar, iyi yazılmışlarsa eğer, bizi içine çeker, zaman zaman taraf tutmaya zorlar. Bu karmaşık bir sorun. Öyküde, romanda olayların içerisinde gezinir, karakterlerin yaptıklarını-yapmadıklarını tartışırız. Polisiyelerde bile böyledir ama daha çok zorlayanları da vardır. Genç Werther’in Acıları, Suç ve Ceza vb. gibi. Kitaba dâhil olursunuz çoğu zaman, sorunun bir parçası olursunuz ve her yaşta, her okumada dâhil olma biçiminiz de değişir üstelik. Bir de okurun tamamlaması vardır. Özellikle kısa öyküde öyledir. Kitaptaki “Zincirleme” öyküsü böyledir mesela. Çeşitli yerlerden gelen karakterler var o öyküde ve okur isterse kendi zihninde her bir karakterin olaydan önce ve sonraki hayatı üzerine kendi kurgularını da geliştirebilir. Benden bu kadar ama! Ben altı üstü bir-iki saat süren bir yaşam kesitini anlatıyorum ve benim başkarakterim öykü boyunca hiç konuşmayan üst kattaki kadındır ama başkasını bilemem!
- Orada da ettiğini bulan biri var. Hakikaten bu var mı? Kötüler cezasını buluyor mu hayatta?
Tam tersi oluyor çoğu kez. O yüzden mesela bir siyasi hareketin yöneticisiyseniz yazmanız zordur. Çünkü durduğunuz yer sizi iyimser hikâyeler yazmaya zorlar. Gerçek hayat ise öyle değildir, neyse odur. Örneğin “Çekmece” hikâyesindeki kadına ani bir aydınlanma yaşatıp işçi sınıfı ve kadın mücadelesine katabilirsiniz hemen ama gerçek öyle olmayabilir. Onda olmayan bir “direnişçiliği” eklemiş olursunuz ona ve eğreti durur sanki.
- İstasyon’da geriye, çorba yapmaya dönen bir kadın var…
O çorba pişmeseydi bu röportaj olmazdı ama! O benim annem. O dönem iki çocuğu var ve ben beşinciyim! O annemin hikâyesi ve bire bir onun ağzından bana anlatılmış bir hikâye. 50’li yılları düşün, dikkat ettiysen hikâyede giderek yelkenler düşüyor. Önce çok güveniyor daha sonra “Yok canım falan” diyor ve yelkenler iniyor.
- Okurken çok istedim inmesin diye…
Ama okuyucu bu bahsettiğin hikâyeden, bir teslimiyet duygusu almaz. Tersine insanın böyle bir çaresizliğe mahkûm olmaması gerektiğini düşünür. Öykücünün karakterde var olmayan (18 yaşında bir çocuktan söz ediyoruz burada) bir direnci ona atfetmeye çalışması doğru değil ve bu okuyucuya daha fazla direnişçi ruh filan vermez. Tersine okur karakterin çok oturmadığını düşünür. Okur, karakterin teslimiyetinden bir öfke çıkarır kendisine. Aslında öfkeli bir hikâye bu. Hiç öfke yok gibi sakin duruyor ama çok gergin ve öfkeli bir hikâye. Ben de öfkeliyim ayrıca. Annem bunu seksen yaşındayken bana anlattığında da öfkelenmiştim. Bugün bile geriye dönüp baktığımda keşke yapsaydı diyorum ama onun bile bir karşılığı yok ki.
- Sindirella hikâyesi var bir de. Yaşadığımız absürtlüklere bir gönderme mi?
Eğlence olsun diye yazılmasa da beni eğlendiren iki üç hikâyeden biri. Nasıl eften püften bir dünyada yaşadığımızı da anlatıyor. An itibarıyla Türkiye’deki manzara ilginç. Alınan niye alındığını, bırakılan niye bırakıldığını bilmiyor. Avukatlarınız, ifadelerinizin hiçbir anlamı yok. Yani aslında o öykü (Pabuç) bir öykü bile sayılmaz. Herhangi bir 1 Mayıs’ta, herhangi bir kadın mitinginde, bir çevik kuvvet otobüsüne dinleyici yerleştirin, önünüze yaklaşık olarak bu absürtlükte bir şey çıkar.
- Yedinci Günün Sabahı’yla başladım onunla bitireyim. Orada bir anne var. Bizi bir yerde yaklaştıracak olan bu acılar mı?
Kitapta garip bir şey oluştu. “Oy Dayê Oy Dayê” ile “Örgü”, kontrast gibi görünen ama aslında aynı duyguyu anlatan öyküler. Hatta Karşılaşma da biraz öyle. Örgü hikâyesinde bütün yaygara bittiğinde, bütün bayraklar, sloganlar şunlar bunlar geriye bir ayakkabı kalır, bir gömlek kalır… Ve o boşluk dolmaz aslında. Evlat yitirmek zor iş. Ekranların karşısında “Vatan sağ olsun” filan denilir ama sonra, karanlık bastığında, herkes çekip gittiğinde, bütün o sözcük kırıntıları hükümsüzleşir.
Ama çok naif bir şekilde insanlar birbirlerini anlayacaklar filan diye de bakmıyorum ben. Bu iş direne direne olacak. Mücadele ile olacak. Toplumsal süreçlerde vicdan yarılması diye bir nokta vardır ama şimdi değil. Belli bir noktaya geldiğinde hem devlet içerisindeki görevliler arasında hem de sıradan insanlar arasında bir yarılma yaşanır. O başka bir aşamadır. Şu an itibarıyla anneler birbirini anlarsa bu iş şahane olur tabii ama gerçek tam öyle değil maalesef. Bunun olması için belki edebiyatın da sanatın da bir rolü vardır, bilemiyorum.
Bugün korkunç bir coğrafyada yaşıyoruz. Bizim yazdığımız, gördüğümüz ne ki? Öte yandan toplumsal yapı zaman içerisinde deforme oldu. Ve bu artık iktidar değişikliği ile çözebileceğimiz bir durum olmaktan çıktı. Toplumsal yapıda, vicdani, ahlaki değerlerde büyük bir deformasyon yaşandı. Bütün dünyada yaşandı belki ama bizde daha berbat bir şekilde yaşanıyor. “Ne de olsa kışın sonu bahardır” evet öyledir ama zor olacağını düşünüyorum. Ama sonuçta mücadele etmekten başka bir yol yok.
Mezarlık duvarında…
- “Her Şey Öyle Karanlıktı ki” hikâyesi bir faili meçhul. Bilinen bir olay gibi sanki.
Tam olarak öyle. Çok değer verdiğimiz bir arkadaşımız Avcılar mezarlığının duvarında kurşuna dizildi, daha doğrusu zaten işkencede öldürülüp oraya getirilmişti. Bir tanıklık anlatıyorsunuz ama işte dediğim gibi artık o bir öykü. Başka insanların yaşamlarını katıyorsunuz oraya ve ortaya gerçeklik duygusunu zedelemeyen başka bir şey çıkıyor.
- Tanık olan toplum mu?
Evet, üçüncü bir göz var orada. Öykücü oradan bakıyor ve hepimiz biraz oradan, o kendimizi gizlediğimiz perdenin arkasından bakıyoruz. Öykücünün merakı odur zaten. Bakın Cumartesi Anneleri’nin yüzlerce benzersiz öyküsü vardır ama ben birine takılıp kalmışımdır. Şimdi hatırlamıyorum ismini ama yaka paça arabaya bindirilirken ayaklarına yapışan küçük çocuğuna: “Oğlum akşam geleceğim, sana şeker getireceğim” diyen bir baba vardır mesela. O insanın kaçırılması, kaybedilmesi gazeteciliğin, hukukun konusudur belki ama öykü o çocuğun hâlâ beklemekte olduğu şekeri anlatır. Öykü tam da budur işte.