Fransız yazar/düşünür Andre Gorz; Doğu Bloku’nun dağılmaya yüz tuttuğu, sosyalizme yönelimin zayıfladığı bir dönemde, 1980’lerin başında yayımlanan “Elveda Proletarya” adlı kitabında, hızla gelişen teknoloji sayesinde makinelerin işçilerin yerini alacağını ve kol işçiliğinin yok olacağını iddia ediyordu. Tez büyük ilgi uyandırdı. Tahmin edileceği gibi liberal akımı benimseyenler bu teze dört elle sarıldı. Ama asıl ilginç olan, işçi sınıfını temsil ettiğini ya da yanında olduğunu iddia eden sendikalar ve kimi sol siyasetler de sosyalizmden uzaklaşıp, liberal ideolojiye sığınmalarını bu teze dayandırdı.
Küreselleşmeyle birlikte üretimin, yerkürenin kapitalizmle yeni tanışan bölgelerine, en ilkel ve en vahşi haliyle yayılması, Gorz’un tezini merkez kapitalist ülkelerde belki, bir miktar haklı(imiş) gibi gösterse de dünya genelinde tam tersini ortaya çıkardı. Küresel düzeyde emekçiler arası rekabet arttı, çevre ülkelerde sömürü en vahşi haliyle sürerken, merkez ülke emekçileri de kazanılmış pek çok hakkını kaybetti. Yüksek vasıflı profesyonel meslek sahiplerini (doktor, mühendis, öğretmen, avukat, akademisyen vs.) dahi güvencesiz, düşük ücretle ve kötü çalışma koşullarıyla karşı karşıya bıraktı yani proleterleştirdi. Diğer bir deyişle, proletarya yok olmadığı gibi coğrafi olarak daha geniş bir alanda yayıldı ve nicel olarak çoğaldı.
Bu teorik gibi görünen tartışmaların üzerinden henüz çok geçmemişken koronavirüs, içinde bulunduğumuz sistemi yani kapitalizmi öyle bir silkeledi ki egemen sistemin ideolojisi de pratiği de bundan çok değil, bir kaç ay öncesinde kimsenin hayal edemeyeceği ölçüde sarsıldı. Kapitalizmin uluslar üstü, bölgesel (IMF, DB, AB vs.) ve ulusal (hükümetler) kurumlarının eli ayağı birbirine dolandı. Aldıkları kararlar günden güne haftadan haftaya değişti.
Önce neoliberalizmin toplumun kaynaklarını sınırsızca sermayeye aktaran katı, asosyal politikalarında ısrar edilirken, giderek -sermayenin çıkarları ihmal edilmeden- “göstermelik” de olsa doğrudan gelir desteği gibi sosyal programlara da yer verilmeye başlandı. Ama salgını engellemenin temel kuralı olan “fiziksel mesafe”nin mutlak uygulanması sağlan(a)madı. Çünkü kapitalizmin sürmesi için üretim, finans ve ticaretin sürmesi gerekiyor ve bunlar da ancak 40 yıl önce “elveda” denilen o proletarya yani emekçi sınıf tarafından yapılabiliyor. İnsanlığı tehdit eden virüs salgınına karşı mücadele de yine özellikle son 30-35 yılda proleterleşen sağlık emekçileri tarafından yürütülüyor. Yani insanlığı, yaşamı var eden emekçiler, her zamankinden de önemli bugün.
Ama emekçinin yaşamı var etmedeki önemi, yaşamı belirleyen politik güce dönüşmediğinde ‘değerli’ olmuyor. Herkese yaşamda kalmak için “Evde kal!” önerisi yapılırken emekçilerin yaşamları pahasına (işsiz ve aç kalma tehdidiyle) işlerinin başına gitmeye zorlanması bunun en açık örneği. Kendileri ve çevrelerindekilerin yaşamlarını tehlikeye atan bu zorlama karşında ne işçiler ne de sendikalar seslerini yükseltebiliyor. Çünkü üyelerinin yaşamlarını koruyacak, bunun için “ölümüne dayatmalara itiraz edecek kadar bile” örgütlü güce sahip değiller.
Böyle bakınca Gorz’un “elveda proletarya” tezini işçi sınıfının nesnel olarak ortadan kalkması değil de “politik bir özne olmaktan çıkıp, iktidar mücadelesine veda’’sı biçiminde okursak, çok da haksız olmadığını görebiliriz. İşçi sınıfının özne rolünün inkârına varan süreç ve sınıfsal politikanın reddinin bir ideoloji olarak inşa edilmesini ise Ellen Meiksins Wood, Gorz’dan 6 yıl sonra yayımlanan “Sınıftan Kaçış” kitabında tüm açıklığıyla ortaya koyuyor. Wood’a göre; sendikaların ve kimi sol, sosyalist yapıların “sınıf siyasetini reddederek sınıftan uzaklaşması”, diğer sınıfın yani sermayenin ve devletin işçi sınıfını tehdit olarak görmesine engel olmayacağı gibi emekçiler üzerindeki baskı ve sömürüyü daha da arttıracaktır.
Koronavirüs salgının yarattığı sarsıntı Wood’un tespitini doğruladı. Salgın, kapitalizmin ve onun uygulayıcısı siyasi iktidarların sefaleti kadar, “sınıftan kaçan” ve “özne olma rolü”nü reddedenlerin de ne kadar aciz duruma düştüğü gerçeğini bir kez daha gözler önüne serdi.
Son günlerde sıkça tekrarlanan “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sözüne katılanlardanım. Ancak “yeni”nin nasıl olacağının, “nicel olarak 30-40 yıl öncesine göre çok daha güçlü olan emekçilerin ve onların temsilcisi olduğunu iddia eden örgütlerin sınıf reddiyesinden vazgeçip, işçi sınıfının yeniden politik bir özne haline gelmesi”ne bağlı olduğunu düşünüyorum. Eğer emekçiler, kendilerini evde açlıktan ya da işe gidip virüsten ölmek arasına seçime zorlayan sistem karşısında sınıf siyasetine sarılır ve yeniden politik bir özne haline gelebilirse koronavirüs sonrası dünya çok daha yaşanası bir yere dönüşecektir. Ama bu başarılamazsa kapitalizm; hiç kuşkusuz, emeği de doğayı da bugüne kadar olduğundan daha vahşi biçimde sömürmeye devam edecektir.