Sosyolog ve yazar Oya Baydar ile barışı, çözümü ve memleketin halet-i ruhiyesini konuştuk: “1 Eylül’ün, 8 Mart’ın, benzeri şanlı günlerimizin sözcüklerde kaldığını, her şeyi yeni baştan kurmak gerektiğini düşünüyorum”
Nalin Öztekin
Sosyolog ve yazar Oya Baydar 1 Eylül Dünya Barış gününü karşılamaya hazırlandığımız şu günlerde bu özel tarihlerin sözcüklerde kaldığını her şeyi yeni baştan kurmak gerektiğini düşünüyor. Halkların dilinde barış söyleminin iktidar sahasında ise savaş pratiğinin olduğu bu döneme ilişkin kırmızı çizgileri kalınlaştıranın Türk devleti olduğunu belirtiyor. Baydar, Kürt sorununun demokratik düzlemde çözümü için en geniş siyasi ve kitlesel güçbirliğini oluşturmak gerektiğini vurguluyor. Tam da böyle bir ortamda ana muhalefetin yerini dolduramadığını söyleyen yazar, 101Aksaçlı metninden de yola çıkarak “Aydınların misyonlarını giderek daha cesurca ve daha iyi yerine getireceklerini umut etmek istiyorum” diyor.
Yaşadığımız topraklarda barışın nasıl tesis edileceğini, çözüm adreslerinin tutumunu, memleketin halet-i ruhiyesini ve zamanda yolculuğun düşündürdüklerini Oya Baydar ile konuştuk.
- Türkiye uzun bir süredir özellikle 2015’ten itibaren giderek artan baskı ortamı ile gündemden düşmüyor. Böyle bir süreçte 1 Eylül Dünya Barış Günü sizce ne ifade ediyor?
Sadece bir nostalji; “Biz bir zamanlar barışı kutlardık” duygusu… Dünyanın ve ülkemizin içinden geçtiği “kâbus” döneminde, 1 Eylül’ün, 8 Mart’ın, benzeri şanlı günlerimizin sözcüklerde kaldığını, her şeyi yeni baştan kurmak gerektiğini düşünüyorum.
Barış ve demokratikleşme dediğimizde Kürt sorunu 40 yıldır bir çatışma süreciyle karşımıza çıkıyor… 2009 yılında bir röportajınızda “Sorunun kalıcı çözümü Türk tarafının olduğu kadar Kürt tarafının da kendi saplantılı kırmızı çizgilerinden kurtulabilmesinden geçiyor” demiştiniz. Peki şimdi siyaseten ve halklar açısından bu sorunun çözümü nerede?
2009’dan bu yana çok acı deneyler yaşadık. Bölgede 2015 sonbaharından 2016 baharın kadar yaşananlara tanık olmak beni yatağa düşecek kadar sarstı. Kimilerinin budalalık, hayalcilik olarak gördüğü “ama’sız barışçı” olarak o gün de bugün de silahlı çözümlerden yana değilim. Şunu da biliyorum ki, iki tarafın kırmızı çizgilerini kalınlaştıran, sorunu derinleştiren Türk devletidir. Kürt halkının ezici çoğunluğunun barış istediğini, barış içinde onurlu yaşama susadığını biliyorum. Türk halkı ise sürekli kışkırtılıyor, Kürtlere düşmanlaştırılmaya çalışılıyor. Bu iktidar döneminde (AKP-MHP-Devlet koalisyonu) siyaseten çözüme varılabileceğini sanmıyorum, aksine şiddet ve çatışmacı siyaset daha da yoğunlaşacak. Bence çözüm, bu iktidarın gitmesi için en geniş siyasî ve kitlesel güçbirliğini zorlamak. Türk ve Kürt halkları ortak vatanda ortak yaşamı kurup sürdürmekte güçlük çekmeyeceklerdir. Siyasî yapılara, örgütlere gelince, her iki tarafın da şiddet, silah, çatışma kısır döngüsünden çıkması, barışçı çözüme giden yola koyulması gerekiyor.
Kimilerine aşırı gelebilir, kabul etmekte güçlük çekilebilir ama tek taraflı bir ateşkes bile devlet şiddetini anlamsızlaştırarak saldırganın elinden kozlarını alacaktır.
- Her duruşma salonunda bir gazetecinin yargılandığı; her cezaevinde açlık grevlerinin yaşandığı bir dönemdeyiz. Adaletin ve hukukun tesisi üzerine bu dönemi nasıl değerlendiriyorsunuz?
80 yaşındayım; askerî darbeleri, sıkıyönetim dönemlerini, faşizan uygulamaları yaşadım. Adalet ve hukuk hiçbir dönemde böylesine ayaklar altına alınmamıştı. Bırakın hukuk devleti olmayı Türkiye kanun devleti bile değil artık. Yargı, tek adamın ve derin devletin sözcüsü ortaklarının güdümünde. Yasaların yerini keyfîlik aldı. Yukarda da söylediğim gibi, bu iktidardan kurtulmadan, bir normalleşme dönemi yaşanmadan hak, hukuk, adalet tesis edilemez.
- Akdeniz’den Suriye’ye bir gerilim hattı sürüyor. Daha önce bu konulardan hareketle “CHP’ye Mektubumuzdur” başlıklı yazınızda ana muhalefete yönelik eleştirileri aktarmıştınız. Bugün olması gereken yerlerini doldurabiliyorlar mı?
Hayır dolduramıyor. Vatan-millet-Sakarya edebiyatıyla “millî dava” dedikleri savaşçı, askercil, yayılmacı, ilhakçı siyaset gündeme geldiğinde, başta ana muhalefet partisi, hemen “milliyetçi cephe”de yerlerini alıyor, Cumhur İttifakı saflarında hizalanıyorlar.
Son dönemde, 101 Aksaçlı bildirgesiyle sizin de aralarında bulunduğunuz çok sayıda aydın ve sanatçının iktidara, muhalefete ve gençlere bir çağrısı oldu. Sizce bu çağrı yeterince karşılık buldu mu? Veya tersinden sormak gerekirse bu dönemde aydınların rolünü yeterli buluyor musunuz?
Bu konuda beklentilerimi o kadar aşağı çektim ki 101 Aksaçlı’nın seslenişinin beklediğimizin çok üstünde bir karşılık bulduğunu söyleyebilirim. 101 imza arasında öyle isimler vardı ki, ben bile biraraya gelmelerine şaşırdım. Bir yıl önce bir metin etrafında böyle bir bileşim mümkün olamazdı. Aydın kesimlerde de bir uyanış, daha doğrusu “yetti artık!” duygusu var.
Gidişata “dur” demenin aydın sorumluluğunu aşarak onur ve namus meselesi olduğu böyle dönemlerde aydınların misyonlarını giderek daha cesurca ve daha iyi yerine getireceklerini umut etmek istiyorum.
- Bir yanda saat başı değişen bir gündem bir yanda hayatın olağan akışı var. Dünyada pandemiyle birlikte otoriterleşmenin daha görünür olduğu yönünde bir düşünce belirdi. Sizce Türkiye’de bu durum kendini nasıl hissettirdi?
Pandeminin başlarında, “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” deniliyordu. Ben, “Doğru ama eskisinden beter olacak” diyenlerdenim. Kötümserliğimin nedeni şu: Yapısal krizine ve çöküşüne çare bulamayan global kapitalist sistem, bekasını ancak kitlelere ağır baskılar uygulayarak sürdürebilir. Türkiye’de de aynı durum söz konusu. İktidar yönetemiyor, kitlelerdeki huzursuzluğun, oylarının düştüğünün farkında. Varlığını ancak baskı ve şiddeti artırarak sürdürebilir. Bir yandan yalanlarla, kof hamasî ajitasyonla halkı kandırmaya çalışırken, bir yandan da sopayı gösteriyor. Muhalefet ise, tümüyle kendi mahallesine yönelik bir propaganda ve iktidarla ağız dalaşı dışında bir varlık gösteremiyor.
- “Köpekli çocuklar gecesi” romanınız ekolojik bir distopya olarak tanımlanmıştı. Nitekim içinden geçtiğimiz günler doğaya, hayvanlara, kadınlara ve çocuklara yönelik bir şiddet sarmalına dönüşmüş durumda. Şiddetin toplumda bu kadar gün yüzüne çıkmasını veya davranışsal hale gelmesini nasıl yorumluyorsunuz?
Aslında distopyayı yaşamaya çoktan başladık. Büyük ölçüde insanın sorumlu olduğu ekolojik felaket tahminlerimizden daha hızlı yaklaşıyor. Yine gamlı baykuşluk yapıyorum ama Sars, Covid-19 benzeri virüs salgınlarının birbirini izleyeceğini düşünüyorum. Bilim insanları bunu haber vermişlerdi, benim Köpekli Çocuklar Gecesi’nde de böyle bir virüs salgını vardır.
Şiddetin toplumda bu denli yaygınlaşması, değişim süreci yaşayan toplumda insanların derin bir değer bunalımı içinde çırpınmalarından kaynaklanıyor bence. Kitleler, hele de gençler gelecek umudunu yitirmiş durumdalar. Sürekli savaş ve çatışma ikliminde yaşayan, kanın kutsandığı, ölümün yüceltildiği, iktidarın ayrımcı kin ve nefret dilini yaygınlaştırdığı, kötücüllüğün ve vicdansızlığın yaşama tutunma biçimine dönüştüğü, cinnet geçirmekte olan bir toplumda yaşıyoruz. Bırakın dirileri, ölülerin arkasından yazılanlara bakın, yeter! Hiçbir dinin, hiçbir inancın, hiçbir ahlakın kabullenemeyeceği iğrençlikler. Kadın cinayetleri, çocuk istismarı, hayvanlara yapılan aşağılık işkenceler… Sağlıklı bir toplum değil bu, biraz daha geç kalınırsa sağlığına kavuşması da çok zor olacak.
- Son olarak bu röportaj dizisinin sabit sorusunu yöneltmek isterim. Geçtiğimiz Temmuz ayında 80. yaş gününüzdü, nice sağlıklı ve huzurlu yaşlarınız olsun. Peki, zamanda bir yolculuk yapma şansınız olsaydı kendinize veya topluma dair neyi değiştirirdiniz?
Sağlıklı, huzurlu yaşlar dileğiniz için teşekkürler. Ama hiç huzurlu değilim. Ömrümün sonunu böyle bir dünyada, bu hale gelmiş bir ülkede geçirmek bana acı veriyor. Üstelik bütün bir ömrü daha iyi, barışçı, adil bir dünya için mücadele ile geçirmişseniz… Bu yaşta, yaşadıklarından pişmanlık duymak insanı çökertir. Doğruların yanında yanlışlar da yaptım, yenilgiler yaşadım ama pişman değilim. Daha derin, daha iyi, daha çok okumak, öğrenmek, düşünebilmek isterdim. Toplumu değiştirmeye çalışırken de toplumsal mühendisliğe dayalı tepeden devrimlerin başarılı olamayacağını, insanı değiştirmek gerektiğini daha erken fark etmek isterdim. Dünyamızın, ülkemizin sonsuz evrendeki küçücük bir zerrecik olduğunu içselleştirip, dar siyasî çerçevelerden, dar zamanlardan kurtulup daha geniş, daha büyük düşünebilmek isterdim.