Bütün iktidar öyküsü boyunca Tayyip Erdoğan’ın halkın gözünden bu kadar düştüğü bir başka an olmamıştı. Pek çok kez içinden çıkılmaz durumlara düştüğü oldu. Ama bu bambaşka. Önceki rezaletlerden olan biteni hasımlarına yıkarak hiç değilse yandaşlarının gözünde kendisini sıyırmayı becermişti. Ancak, dolu dizgin yaklaşan mahşerin dört atlısından korunmak için evlerine kapanmış, işlerini, birikimlerini umutlarını yitirmeye başlayan, her sabah gözlerini Azrail kapılarını ne zaman çalacak kaygısıyla açan milyonlarca yurttaşın karşısına geçip, “IBAN’ı verdim, haydi bakalım eller cebe” dediğinde her şey değişti!
Erdoğan ve akıldaneleri bunun bir halkla ilişkiler faciası olduğunu düşünmemiş olabilirler mi? Değilse, el kesesinden hovardalığa meraklı, israf ve debdebe düşkünü, yoku var göstersinler diye etrafını dalkavuklar, göz bağcılarla çeviren, “İstikrar Kalkanı”yla sermayeyi “neşelendirmek”ten keyif alan bir siyaset insanı neden durup dururken kendisini dünya aleme rezil etsin? Görünüşe aldanmamalı. Erdoğan koronavirüs salgının yol açtığı sağlık krizinin bir tsunami gibi her şeyi önüne katarak ekonomik, toplumsal, politik, ekolojik ve ahlakî bir tufana dönüşmekte olduğunu hepimizden daha geniş bir açıdan görüyor ve bu yıkıcı krizden iktidarın başında çıkabilmek için her şeyi, bir süreliğine rezil olmayı bile, göze alıyor. İBAN öyküsü, alayı hak eden ama alay etmekle yetinemeyeceğimiz kadar vahim bir dönemin eşiğinde olduğumuzun grotesk bir ifadesi sadece. Hamlenin ilk hedefi elbette muhalefet. Kriz anaforu içinde tutunacak dal arayanlar, kendilerine Erdoğan’dan hayır olmadığını gördükçe gözlerini iktidar-muhalefet diyalektiğinin öteki kutbuna çeviriyorlar: Orada, partilerden çok belediyeler var. Ankara’da Mansur Yavaş’ın, İstanbul’da Ekrem İmamoğlu’nun, Kürdistan’da HDP belediyelerinin imkânlarını halka açmaları, bağış ve yardım kampanyaları krizin orta yerinde insanların zihninde başka bir kamusallığın mümkün olduğu düşüncesini alev gibi tutuşturuyor.
Süleyman Soylu’nun belediye kampanyalarını yasaklama gerekçesi en az İBAN hikayesi kadar grotesk ama iktidar kavgasında bir karşılığı var: “Vali izin vermeden (…) ‘Ben yardım topluyorum’ dersen[iz], siz başka bir devlet oluşturmak istiyorsunuz”. Bir hamlede anayasa hukuku alanından “hiçbir yasa tarafından sınırlanmamış iktidar”a sıçrıyoruz. Diktatörlüğün, insanların zihninde “ikili iktidar”ın imgesinin bile belirmesine tahammülü yok —durum öylesine kırılgan— ve Saray bir kez daha muhalefeti kendi sahasında boy ölçüşmeye davet ediyor: “Yasa tanımıyoruz. Bize alternatif olacaksanız, iç savaşı göze almalısınız.”
Ama, sadece bu kadar değil, bu hamle diktatörlüğün daha derine giden hazırlıklarıyla da ilgili. Bunların başında devleti döndürmek için gereken ekonomik ve mali kaynakların suyunu çekmiş olması geliyor. Elbette ne Erdoğan ne de damat bu kaynakların halktan dilenerek yaratılacağına şu kadar olsun inanıyor. Ama şunu insanların aklına sokuyorlar: “Bizde para kalmadı!” Uluslararası iktisadi konjonktür uzunca bir süre dış yardım ve kredi seçeneklerini hayale çeviriyor. Mülksüzlerden canları dışında alınacak bir şey yok. Öyleyse? Meral Akşener, hükümetin en kötü durum senaryosunu geçenlerde kulaklara kar suyu kaçırarak ifşa etmişti aslında: “Sermaye kontrolü gibi uygulamaları aklınızdan geçirmeyin.”
Akıllarından geçiriyorlar. Erdoğan’ın hiç tasarruf etmeyi düşünmediği itibarını dahi riske atarak “biz bize yeteriz” sloganı eşliğinde halka avuç açması, kriz tepe noktasına vardığında almayı öngördükleri olağanüstü önlemler için bir psikolojik harekat hamlesi olarak okununca yerli yerine oturuyor. Olağanüstü önlemlerin başında Akşener’in haber verdiği gibi rakip sermaye gruplarının parasına, malına mülküne çökmek var. Bu sermaye gruplarının esasen “Millet İttifakı”nın temas alanında bulunduğu göz önünde tutulursa Akşener’in “sakın ha” diye sesini yükseltme ihtiyacı duymasının nedeni anlaşılabilir.
Erdoğan’ın İBAN ile sunduğu “çaresizlik” tablosu, geleceğin daralan kaynaklar ikliminde bir sonraki adımda neyin “çare” diye sunulacağını da haber veriyor: Parmaklar giderek artan can kayıplarının, çaresizliğin ve çöküntünün sorumlusu olarak Saray’a yönelirken, çare rakip sermaye gruplarını yoksulların önüne atmak, onları tersine çevrilmiş bir sınıf mücadelesi anaforu içinde mülksüzleştirmek. Kalan sağlarla “durmak yok, yola devam”! Hedef bu olunca birkaç günlüğüne “rezil olmak” göze alınır doğrusu.
Muhalefetten beklenen de, en az onun kadar her şeyi göze almak, büyük kriz anı yaklaşırken Erdoğan’ı makaraya sarmakla yetinmek yerine uğursuz planlarını deşifre etmek ve bu kaçınılmaz sınıf mücadelesine yeni, çoğulcu ve katılımcı bir kamusallık teklifiyle katılmaktır. Bu yolda atacağımız ilk önemli adım, kaderimizi ve gelecek tasavvurlarımızı Sarayınkinden yangın duvarlarıyla ayıracağımız mülksüzlerin ve ezilenlerin ortak müzakere zeminlerinin derhal inşasıdır!