Selahattin Demirtaş’ın dava süreci, düz ve basit mantıkla hareket eden herhangi birisinde şaşkınlık yaratacak şekilde, bir dizi şaşkınlık ve öfke görüntülerinin sergilenmesine yol açtı. AİHM kararının bağlayıcılığı üzerinden başlayan tartışma hızla mahkemenin nasıl olup da bu karara uymadığı ile devam edip, yeni bir durummuş gibi hukukun bittiğinin ilanı ile sonuçlandı. Garip bir şekilde tüm bu tartışmalar, aynı zamanda faşizm tanımlamaları ile birlikte yürütüldü. Doğal olarak muhalefet adına konuşanların ülkenin içerisinden geçtiği politik sürece ilişkin yaptıkları tespitler ile yaşanmakta olan politik pratiğe ilişkin gösterdikleri refleksler, duygusal duruşlar ve tutum alışlar arasında ciddi bir açı farkı olduğu açığa çıktı. Hukukun tanımının sınıfsal karşılığının ne anlama geldiğini işin erbabına bırakarak en kaba haliyle söylemek gerekirse; sınıflı toplumlarda kendinden menkul bağımsız hiçbir kurumsal yapının bulunmadığı, var olan bütün üst yapısal kurumların son tahlilde egemenlik ilişkilerinin devamını sağlamakla görevli olduğu söylenmelidir. “Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar, bu üretim ilişkileri onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç biçimlerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur.”(Marx) Mahkemelerin görevinin devletin ve var olan mülkiyet ilişkilerinin devamını sağlamakla sınırlı olduğunu ise devlet ve patronla mahkemelik olan hemen herkes bilir. Bu taraflı duruşa erkek egemenliğinin de eklenmesi gerektiği, son yıllarda taciz ve tecavüz davalarında mahkemelerin takındığı tutumla açığa çıkmıştır. Bağımsız bir adalet, tarafsız bir mahkeme ancak hayalde mevcuttur.
Klasik anlamda bile mahkemelerin bağımsızlığının verili egemenlik ilişkileri ile sınırlandırıldığı düşünüldüğünde adına ne denirse densin, olağanüstü bir devlet şeklinin tespitinin yapıldığı durumda neredeyse imkânsız hale geleceği göz önünde tutulmalıdır. Devleti olağanüstü kılan şey, sınıfsal karakterinin çıplak bir şekilde ortaya çıkmış, zor aygıtlarının belirleyici hale gelmiş olmasıdır. Devlet kökeni itibarıyla bir zor aygıtıdır. Devlet bir sınıf diktatörlüğüdür. Olağan süreçlerde bu egemen sınıfın iktidarı seçimler, parlamento, medya gibi aygıtlar vasıtasıyla halkın kendi iradesinin bir yansıması gibi sunulur. Sınıfsal çelişkilerin derinleşmesi ve bu aygıtların işlevini yitirmesi sürecinde, o güne kadar geride bir sopa gibi gösterilen ordu, polis, mahkemeler temel egemenlik aracı olarak öne çıkar. Ülkede bir olağanüstü devlet şeklinden söz ediliyorsa, görünürde tarafsız olan eski hukukun askıya alındığı, yerine egemen iktidar bloğunun hukukunun devreye girdiği kabul edilmelidir. Anayasal bir baskı sürecinde mahkemelerin asıl işlevi, toplumsal hareketlerin kontrol altında tutulmasıdır.
Aynı şekilde 16 Nisan referandumu ile başkanlık sistemine geçildiği yasama, yürütme, yargının tek elde toplanmasının yasal koşullarının ortaya çıkarıldığı unutulmamalıdır. Anayasa değişikliği resmi olarak yargıyı saraya bağlamasa da, yüksek yargı üzerinde kayıtsız bir belirleme hakkı vererek, fiilen yargıyı sarayın emrine vermiştir. Böyle bakıldığında Demirtaş davası özelinde mahkemelerin tavrı ayrıksı bir durum olmayıp hukuksal bir tabirle hayatın olağan akışıyla uyumludur. Şaşkınlık yaratacak durum aksi bir kararın çıkmasıdır. Her şey olması gerektiği gibi olmuştur. Hukuk toplumun sınıflara bölündüğü zamandan bu yana her zaman egemenden yana taraf olmuştur. Bu durum Türkiye’de ne kadar böyleyse Avrupa’da da böyledir. İspanya mahkemelerinin Bask özgürlük hareketi karşısında ve Katalan bağımsızlık referandumunda, bütün Avrupa hukukunun aldığı tutum ortadadır. Partiler kapatılmış, başkanları ve vekilleri tutuklanmıştır. Faşizme lanetler yağdırıp burjuva liberal hukuka methiyeler dizmenin anlaşılır bir yanı yoktur.
Elbette durumun böyle tarif edilmesi bu durumun kabullenilmesi anlamına gelmez. Olağanüstü bir devlet şeklinden söz ediliyor ise bu devletin sınıfsal ve zora dayalı karakteri deşifre edilmelidir. Yargı, seçimler, parlamento gibi araçların işlevini büyük oranda yitirdiği, tüm kurumları ile devletin sınıfsal bir despot olarak ortaya çıktığı gösterilmeli, buna göre mücadele yürütülmelidir. Unutulmamalıdır ki en despot devlet bile kendisini masumiyet örtüsü ile örtme derdine girer. Irkçı milliyetçilik, selefi dindarlık ve saldırgan erkeklik, devletin sınıfsal karakterini ve despotluğunu kabul edilir kılmak için kullanılır. Demirtaş duruşmada, mahkemeyi yargılayan savunmasıyla bu teşhiri yapmış, diz çökülmeyeceğini göstermiştir.
Artık birbirinden kopuk görünen bütün sorunların aslında devletin karakterinde kristalize olduğu görülmeli, çözümün ise ancak uzun soluklu birleşik bir demokrasi mücadelesi ile sağlanacağı kabul edilmelidir. Soğukla terbiye edilmeye çalışılan Flormar işçisinin, erkek şiddetine karşı direnen kadının, hapiste diz çöktürülmeye çalışılan tutsağın, biata zorlanan Alevinin, yok edilmeye çalışılan Kürt halkının da sorunları tek bir noktada düğümlenmiştir: Ya saray devrilecek ya hep beraber kaybedilecek.