Kadına yönelik şiddet politiktir derken, kastettiğimiz şu anlama geliyor; Devlet dilinin ve devlet politikalarının ve devletin fiiliyatta gösterdiği şiddetin artması, en çok kadınlara yansıyor. Bu nedenle yaşadığımız şu günlerde, ırkçı milliyetçiğin, şovenizmin artması, devlet dilinin sertleşmesiyle kadın cinayetlerindeki artışı birlikte değerlendirmemiz gerekiyor
Eren Keskin
Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu olarak, 1997’den bu yana kadınlara ve trans kadınlara ücretsiz hukuki yardım veriyoruz. Çalışmaya başladığımız günden bugüne, kadınların mücadeleleriyle; özellikle yazılı hukukta, kısmi ama önemli değişiklikler oldu.
Bu değişikliklerin hepsinde kadın kurtuluş mücadelesinin büyük bir rolü vardı. Yazılı hukuktaki olumlu değişiklikler maalesef ki pratiğe çok fazla yansımadı. Bu durumun,
Türkiye’nin hukuk devleti olamamasıyla ilgili önemli bir sonucu var.
Türkiye Cumhuriyeti devleti yargısında, 2005 yılında, kadına yönelik şiddet alanında, yazılı hukukta önemli değişiklikler oldu ve 2011 yılında yine uluslararası düzeyde kadına yönelik şiddet alanında, en önemli sözleşme olan İstanbul Sözleşmesi imzalandı.
İstanbul Sözleşmesi bizim coğrafyamızda yaşayan bir kadın için hukuk mücadelesi sonrasında hazırlanmış bir sözleşme olması nedeniyle son derece büyük önem taşımaktaydı.
Diyarbakır’da kocası tarafından annesi öldürülen, kendisi de yaralanan Nahide Opuz, kocasına karşı kendisini korumadığı için Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde dava açtı.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bu davada Nahide Opuz’u haklı buldu ve Nahide Opuz’u aile içi şiddete karşı koruyamadığı için Türkiye Cumhuriyeti devletini tazminata mahkum etti. Avrupa Konseyi, bu kararın ardından üye olan bütün devletlere, kadına yönelik şiddet ve özellikle aile içi ve yaşamın her alanında yaşanan şiddet konusunda bir sözleşme hazırlanması için çağrıda bulundu.
İşte, İstanbul Sözleşmesi’nin çıkış noktası Avrupa Konseyi’nin bu çağrısıydı. Bu çağrının ardından, özellikle bizim coğrafyamızdan birçok kadın hukukçunun da katılımıyla İstanbul
Sözleşmesi hazırlandı, imzaya açıldı ve İstanbul’da imzalandığı için de İstanbul Sözleşmesi adını aldı.
Bu sözleşmenin en önemli yanı, aslında üye olan tüm devletlere, “hiçbir inanç, hiçbir anlayış, hiçbir örf ve adet ve hiçbir namus gerekçe yapılarak, kadına yönelik şiddet işlenemez” belirlemesini koymasıydı.
Özellikle, feodal ve militer değer yargılarının tartışmaya açılması, devletlere görev olarak veriliyor ve kadına yönelik şiddet konusunda, yargılamaların çok hızlı yapılması ve bu yargılamaların başlangıcında, kadın beyanının esas alınması öngörülüyordu.
İstanbul Sözleşmesi, aslında tüm şiddet gören kadınlar için ve şiddet gören kadınların avukatlığını yapan biz hukukçular için, her şeyden önce son derece büyük duygusal destek sağlamıştı. Pratikte uygulanamasa da ya da uygulama iradesi gösterilemese de duruşmalarda, soruşturmalarda bu sözleşmeyi temel alan savunmalarda bulunmak bizim için bir güç kaynağıydı.
Ancak, bu sözleşme bir gecede kadınlara hiç sorulmadan, kadınların iradesine aykırı bir biçimde ortadan kaldırıldı.
Ofis olarak, 1997 yılından bu yana, devlet güçleri tarafından cinsel işkenceye uğrayan kadın ve trans kadınlara avukatlık yapıyoruz. Bu yazılı hukuktaki değişiklikler bir yana bırakılacak olursa, kadına yönelik devlet kaynaklı cinsel şiddet konusunda, devlet aklının hiç değişmediğini uzun yıllar boyunca daima gözlemledik ve pratikte de yaşadık.
Resmi güçler tarafından gözaltında, ev baskınlarında, sokak eylemlerinde ya da herhangi bir nedenle kadınlara ve trans kadınlara yönelik cinsel işkence, daima bir cezasızlıkla son buluyor. Bugüne kadar bize başvuran tüm kadınlara ilişkin açtığımız davalarda, bir tek ceza alan resmi görevli olmadı. Bu bile durumun ne kadar vahim olduğunun en açık göstergesi.
Cinsel işkence, pratikte hem açıklanması en zor olan işkence biçimi, hem takibi hem de ispatlanması en zor olan işkence biçimi… Çünkü coğrafyamızda yargı makamları, gerek savcılıklar gerekse mahkemeler, cinsel işkencenin belgelenmesinde sadece Adli Tıp raporlarını delil olarak kabul ediyorlar.
Oysaki Adli Tıp bir resmi kuruluş, bir resmi bilirkişi. Bu nedenle, siyasi iktidara tamamen bağımlı olan bir kurumdan işkencenin belgelenmesini beklemek zaten son derece anlamsız;
Maalesef ki bağımsız hekim raporları, hastane raporları, delil olarak kabul edilmiyor.
Yine ofisimizin de takibinde bulunduğu, Mardin’de yaşanmış Şükran Aydın davasında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye’yi mahkum ederken, gözaltında tecavüze maruz kalan bir kadının yaşadığı mağduriyetin belgelenmesinde bağımsız bir hekimden rapor alınmamış olmasını önemli bir gerekçe saymış ve Türkiye’yi mahkum etmişti.
Uzun yıllar önce verilmiş bu karara rağmen, Türk yargısı, hala bağımsız hekim raporlarını delil olarak kabul etmemekte direniyor. Çünkü işkence ve cinsel işkence bir devlet politikası olarak varlığını devam ettiriyor.
Kadına yönelik şiddet politiktir derken, kastettiğimiz şu anlama geliyor; Devlet dilinin ve devlet politikalarının ve devletin fiiliyatta gösterdiği şiddetin artması, en çok kadınlara yansıyor. Bu nedenle yaşadığımız şu günlerde, ırkçı milliyetçiğin, şovenizmin artması, devlet dilinin sertleşmesiyle kadın cinayetlerindeki artışı birlikte değerlendirmemiz gerekiyor.
Ne yazık ki, kadına yönelik cinsel işkence, resmi işkence, hala varlığını devam ettiriyor. Kadınlar, gözaltında, ev baskınlarında, sokak eylemlerinde cinsel tacize ve cinsel saldırıya maruz kalabiliyorlar.
Özellikle cezaevlerinde, birçok kadın mahpus cezaevlerine yerleştirilmiş kamera sistemiyle yaşamlarının her alanın takip edilmesini, açık bir taciz olarak değerlendiriyorlar.
Kadınlar olarak işimizin zor olduğunu biliyoruz. Kadına yönelik şiddet devam ediyor; devletin hem kadına yönelik şiddet konusundaki yaklaşımları, hem LGBTİ+ mücadelesine yaklaşımları, son derece erkek egemen, feodal ve militer bir nitelik taşıyor.
Ama biz kadınlar bu kurtuluş mücadelesinde hiç vazgeçmeden, biat etmeden, yolumuza devam ediyoruz.