Lampedusa’nın Leopar isimli romanını okudunuz mu?
Romanımızın kahramanı yaşı kemale ermiş Don Fabrizio (Prens Fabrizio Salina) bir aristokrattır ve yeni yetme burjuvaziyi beğenmez, hatta aşağılar onları, “tükenmez açgözlülükleri, para hırsları ve çevirdikleri karanlık işlerle yükselmeleri”nden tiksinir; “aşağılık duyguları ve bir türlü parlayamamış olmalarının hınçları”nın farkındadır.
Peki ama “seçkinliğin temel kuralı kayıtsız ve dingin olmak” değil miydi? Don Fabrizio da öyledir zaten ama hüzünlüdür de, egemenlik halısının ayağının altından çekildiğini, kaybettiğini hissetmektedir.
Burjuva kahramanımız Sedara ise, “dürüstlük, terbiye ve görgü türünden kösteklerle bağlı olmadığından, yaşam ormanında bir filin pervasızlığında yürüyor, ağaçları köklerinden söküp hayvanların inlerini çiğneyerek, dikenlerin dalamasına ve ayaklarının altında ezdiklerinin ağlayıp sızlamalarına hiç aldırış etmeden ilerliyordu.” Don Fabrizio aslında aşağıladığı sonradan görme burjuvaya “garip bir hayranlık duymaya başlamıştı.”
Olağanüstü zamanlardı. Garibaldi emrindeki asilerle krala isyan edip İtalya’nın demokratik bir cumhuriyet olarak kurulmasına öncülük yapıyordu. Başka bir bakışla, Milano-Floransa-Napoli odaklı bir sermaye yoğunlaşmasının kendi hakimiyetinde bir üretim, dolaşım ve pazar alanını koruması için İtalya ulus devletini oluşturmaya çabaladığı günlerdi.
Eski dönemin efendisi Don Fabrizio’nun hüznüne endişeler de eşlik etmeye başlamıştı. Kralı yenen Garibaldi kuvvetleri kendi topraklarına el koyacak mıdır, acaba alışageldiği ayrıcalıklarını kayıp mı edecektir?
Neyse ki kendisi de Garibaldi’ye sempati duyan yeğeni Lancredi pek bilinen sözleriyle onu teskin eder: “Her şeyin olduğu gibi kalmasını istiyorsak, her şeyi değiştirmeliyiz.”
İşte, şimdi de Bahçeli diyor ki, “Savaşı sürdürüp kazanabilmek için barışı savunmaya mecburuz.”
Farkındayım, günümüzdeki özneler romandakilerden çok farklı konumlardalar, ama onca yıldır savaş bayraktarlığı yapan Bahçeli’nin şimdi “Barış” demesi sadece “söz”, içerik gene “savaş” demek istiyorum. Bahçeli, mevcut omurgayı korumak için değişim yapmak istiyor.
Peki, neden; devletin içinden konuşan Bahçeli neden şimdi böyle konuşuyor?
Belli ki, olaylar o yönde gelişmiştir ki zorunlu kalmıştır ve işte tam da bu yüzdendir ki, demokratik bir cumhuriyet olasılığına karşı inşa edilen faşist kurumsallaşma sürecinde bir gedik açılmıştır. Evet, bir gedik sadece, ne küçümsenecek ne de büyütülecek bir gedik!
Barışı ve demokratik bir cumhuriyeti savunanların içine girip içinde hareket ederek büyütmeye çalışması gereken bir gedik; onu gündemleştirenlerin asıl niyetinin savaşın başka yollarla yürütülmesi olduğunu hiç unutmadan!
Devletin ustalığı
Şimdilik yoklanan yeni yönelimin elbette tek bir hedefi yok, birçok hedefe aynı anda ulaşılmak isteniyor. Burada hemen güneyimizde olup bitenlere odaklanmak istiyorum. Çünkü, devlet açısından böylesi riskli bir manevrayı en çok Orta-Doğu’daki gelişmelerin zorladığını, ancak o seviyede bir zorlanmayla olası risklerin göze alınabilineceğini düşünüyorum.
Devlet, bölgedeki gelişmelerin birçok yönden kendisini zorlayacağını tespit ederek ustaca bir manevra yapıyor. Öyle ki, hem bölgeden gelen zorlanmaların önü kesilmek hem de bölgede oluşan kaostan faydalanarak Lozan’da o zamanki güç dengeleri yüzünden zorunlu olarak taviz verilen Misak-ı Milli sınırlarına ulaşılmak isteniyor. Yani, Halep-Musul- Kerkük hattı!
Ustalık açık değil mi, zayıf yerden zafer kazanılıyor, sıkışılan yerden açılım yapılıyor, çözülmeyle zorlanılabilecekken egemenlik alanı büyütülüyor.
Bölgede neler oluyor?
En geniş ve derin zeminden bakacak olursak, İsrail-ABD ikilisinin Filistin’de soykırım Lübnan’da vahşet uygulayarak ilerlemesi, şayet gelişmeler bu şeytani ikiliyi durduramazsa, onlara şimdi kaos içinde çırpınan Bölge’nin tümüne yeni bir düzen dayatma olanağı veriyor.
Zaten baştan böyle bir hedef var mıydı, gelişmeler mi onu ortaya çıkardı bilemeyiz, ama ortaya çıkan güncel hedef ABD-İsrail hegemonyasında yeni bir Orta-Doğu! Ürdün, Suudi Arabistan ve Körfez’deki emirliklerin de hedefin hizmetine alınabileceği hesaplanılıyor olmalıdır.
Zayıf Suriye devleti sürekli ateş altında tutularak daha da zayıflatılacak, ama esas olarak İran baskı altına alınıp, mümkünse iç savaş kışkırtılarak ya da doğrudan bombalanarak güçsüz düşürülecek, bağlı olarak Irak da kontrole alınacaktır.
Açıktır ki, böylesi bir sürecin her adımı yüksek dirençle karşılaşacaktır, hedefe ulaşılmasının hiçbir garantisi yoktur. Üstelik Trump’ın yeni kabinesinin Çin karşıtı yapısı esas hedefi gösterdiği için bir an önce Orta-Doğu kaosunu ABD çıkarlarına en uygun hale sokmak ve bölgeyi güvenilir ortaklara devrederek esas hedefe yoğunlaşmak istenmektedir.
Aslında, yazdıklarım pek de yorum değil, zaten açıkça ifade edilmektedir.
İşte, sürecin hedefine ulaşması ve bunu en kısa zamanda yapabilmek için ek güç ihtiyacı neden Türkiye tarafından karşılanmasın?
İstediğiniz kadar ABD ve İsrail karşıtı propaganda yapabilirsiniz; tıpkı şimdi koparılan onca gürültüye rağmen ticaretin aksamadan sürmesi gibi, siz yeter ki hedeflenen yeni bölge düzeninin inşasında fiilen yer alın! O “kahrolsun”larla süslü söylemleriniz “Fareli Köyün Kavalcısı”nın kavalından çıkan namelerinin rolünü oynayacaktır. On milyonlarca Müslümanı başka nasıl ABD-İsrail projesine yedekleyebilirsiniz ki?
Özellikle İran düğümünün çözülmesinde rol alınması gerekecektir. Olası bir zayıflamada İran’daki Kürtler arasında güçlü olan Apocu inisiyatifin hızla alan kazanacağı hatta muhtemelen Rojava’ya ilave bir de Rojhilat’ın oluşacağı belliyken, Türkiye’nin böyle bir role gönüllü olması doğal değil midir?
Sovyetlerin yıkılmasından hemen sonra yeni bir dünya düzeni arayışına giren ABD’de öne çıkan teorisyenlerden Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” kitabında M.Kemal eleştirilir, Türkiye’nin yönünü Batı’ya değil kendi doğal bölgesi olduğu iddia edilen İslam coğrafyasına dönmesi ve liderlik etmesi istenir. Peki, nasıl bir liderlik? Bölgede Batı’nın hizmetinde olacak bir özel kapitalist düzen inşa edilecektir, yani bildiğimiz taşeronluk!
Elbette, geçen 30 yılda çok şeyler değişti, Türkiye şimdi devreye eli daha güçlü olarak girecek, mümkünse bölgesel düzeyde “stratejik özerklik” olmazsa da daha fazla çıkar elde etmeyi hedefleyecektir.
Büyülü rüya
Öte yandan, yerel sermayenin kendi pazarını genişletme ve ucuz iş gücü için bölgesel pazarın hegemon gücü olma isteği, kapitalizmin yerel gelişiminin ulaştığı aşamanın bir çıktısı olarak zaten kendisini dayatmaktadır. Bölgeye kısmen “dışarlak” olan ABD-İsrail ortaklığının “Yeni Düzen” dayatmasına TC devletinin “içerden” Müslüman güç desteği karşılığında, bölgesel pazar hakimiyeti hedefine yürüyüşte kimi mevziler kazanılacaktır.
Öyle ya, kimin buzdolabı satışına imtiyaz tanınacaktır ya da kimin yatırımına daha fazla destek verilecektir; işte bunlar TC devleti ve yerel sermayenin ABD-İsrail ekseniyle ne kadar uyum sağlayacağı üzerinden belirlenecektir. Türkiye sermayesinin gelişmişlik düzeyi hem böylesi bir hegemonyaya acil ihtiyaç duyuyor hem de gereken kapasiteye de sahiptir.
İşte, öylesi bir sürecin içinde konumlanarak “Misak-ı Milli” sınırlarına ulaşmak sürecin büyülü rüyasıdır. O rüya bölgesi, esasında altta oluşan ABD-İsrail ekseni odaklı yeni bölge düzeninin tamamlayıcı ögesiymiş, ne gam; Halep’in tekstil makineleri artık Antep’e getirilmeyecek, oraya giden yerel sermayenin hizmetinde ucuz iş gücüyle çalıştırılacaktır, Afrin’in zeytin ağaçları ve narenciye ürünleri kontrol edilecek, Halep pazarı da yerel sermayenin mallarıyla dolup taşacaktır. Ama daha önemlisi Musul ve Kerkük’ün petrolleridir. Petrolü işleme ve dağıtma imkanlarına sahip olan yerel sermaye, bir yandan kendisinin en büyük zaafı olan “sermaye yetersizliği” sorununu çözme yönünde hamle yaparken, öte yandan en büyük ithal mal olan enerjiyi kendi kontrolüne alarak cari açık sorununu çözecektir.
Fazla söze gerek yok, sürecin yerel sermayenin üretim ve dolaşım yollarına can suyu vereceği açıktır.
Elbette böylesi sert ve yoğun bir yönelimin hedefine doğru ilerlerken bolca çatışma olacak ve askeri güçler ağır kayıplar yaşayacaktır. Üzücüdür, ama normal insanlar için; aynı duruma egemenlerin zirvesinden bakılırsa bambaşka bir gerçeklik görülecektir: İlkin, savaş savaşan güce savaşçı-diri bir asabiyet yükler ve çıkılan zorlu yolda tam da böylesi bir asabiyete ihtiyaç vardır. İkincisi, dökülen kanlar oluşması gerekli olan savaşçı asabiyetin besinidir. Üstelik, yaşanan “ulus krizi” her ne kadar ağır sancılar yaratıyorsa da, hedeflenen yeni İslamcı-Türkçü ulus yapısının inşası için de alan açmaktadır ve dökülen kanlar yeni ulusun inşasının da harcı olacaktır. Normal insanların dünyasıyla egemenlik alanının çelikten güç ilişkilerinin dünyası oldukça farklıdır.
İşte, Bahçeli’nin DEM Parti vekilleriyle tokalaşmasıyla başlayan ama halen var mı yok mu pek belli olmayan sürecin hedefinde böyle bir bölgesel yayılmacılık rüyası vardır.
Kilit nokta: Kürtler!
TC devletinin ve sermayesinin böylesi bir süreci yürütüp kazanabilmesi için Kürtlerle anlaşması hatta kendi yapısını ana özelliğini koruyacak bir yapıda yeniden kurgulaması kaçınılmazdır.
Evet, şimdiye dek yürütülen “çözümsüzlük ısrar ve zamana yayılmış bir çürütme süreci” politikası zaten iflas etmişti, şimdi “zamanın ruhu” da başka bir yönelimi dayatmaktadır. Ama öyle olmalıdır ki, her şey değişirken her şey aynı kalmalıdır.
Adımlar açıktır:
- Kandil’in Kürt hareketi içindeki hegemonyası dağıtılmalı ve güçleri marjinalize edilerek sürdürülebilir bir “terörle savaş” alanına sıkıştırılmalıdır,
- Kürt sermayesi Barzani benzeri bir duruşa ikna edilmeli ve verilecek kimi tavizlerle (sözgelimi Kürtçe eğitim) Kürt toplumunu Kandil’e karşı konsolide etmesine destek olunmalıdır. Kapitalizmin “ihale” vb. imkanları kullanılarak Kürt sermayesi güçlendirilmelidir. Kürt sermayesi ile Kürt liberalleri ortaklaştırılmalıdır,
- Öcalan Orta-Doğu’nun yeniden örgütlenmesi projesine ikna edilmeli ve Hareketi de ikna etmesi sağlanmalıdır. “Kurtlarla birlikte uluma” ve hedefine yürürken “düşmanın gücünü de kullanma” uzmanı Öcalan’ın konuyu kendi açısından değerlendirme olasılığı vardır. Verilen 6 aylık görüş yasağı bir anlaşma sağlanamadığını mı gösteriyor, zamanla anlayacağız.
Mayınlı arazi
Şimdi rüyalar aleminden gerçekler alemine geçmenin zamanı geldi.
Rüya derken, aslında anlattığımız rüyanın gerçek olma olasılığı da vardır, ama sadece bir olasılık olarak; zaten sürecin sahipleri de “kurt kan kokusunu aldı” ruh halindeyken aynı zamanda olağanüstü risklerinin farkında olduğu içindir ki, bir ileri iki geri ya da iki ileri bir geri adım atılmakta, parmak uçlarıyla yoklamalar yapılmakta, hava koklanmakta, mesafe ayarları yapılmakta, konum kazanarak ilerlemek istenmektedir. Temkinlilik ve ürkeklik hakimdir ve gerçekçi bir tutum olarak görülmelidir. Hızlanma ivmesi ve ihtiyaç duyduğu cüretli atılımlar ilerledikçe ve ilerlenebildiği oranda hayata geçirilecektir. Bilinmeyen, önceden geçilmeyen yollarda hareket edilmektedir, alışma yoklamaları söz konusudur.
Rüyanın zemini adeta pürüzsüz bir buz kütlesiydi ve TC’nin ayaklarında da buz pateni vardı, adeta eğlenerek hedefine doğru kayarak gidiyordu.
Ancak, kapitalizmin küresel hegemonya krizinin odaklandığı alanın güney ucunda olan Orta-Doğu’nun ne üstünde rahatça kayılacak bir buz kütlesi ne hangi gülün daha güzel olduğunu seçmekte zorlanacağımız bir bahçe ne de masadan hangi yiyeceği almakta karar veremeyeceğimiz bir ziyafet sofrası olmadığı açıktır.
Tam tersine, Orta-Doğu küresel, bölgesel ve yerel güçlerin karmaşık güç ilişkilerinin iç içe geçtiği ve nerdeyse hiç boşluk bırakmadan farklı güçlerce mayınlanmış bir arazidir.
Sınırlar delik deşik olmuştur, devletlerin gücü kendi coğrafyalarını korumaya ve toplumlarını konsolide etmeye yetmemektedir, Hizbullah, Sadr Hareketi ve PKK gibi bazı örgütlerin gücü bölge devletleriyle boy ölçüşebilecek düzeye ulaşmıştır.
Üstelik tümüyle kontrolü dışında gelişen olayların TC’nin hareketlerini, kazanımlarını ve dengelerini aniden boşluğa itiverme olasılığı vardır. Sözgelimi, Nasrallah’ın ölümüne rağmen direnen Hizbullah’ın İsrail’i zorlamakta süreklilik sağlaması, ABD-İsrail ekseninin yaşadığı zafer havasını bozabilir hatta İsrail’i iç kargaşaya sürükleyebilir. O durumda bölge dengeleri aniden başka bir yapı kazanacaktır. Ya da, Putin’in sürekli vurguladığı yıkım gücü yüksek silahların kullanımın yaratacağı anaforun bölgede yaratacağı sarsıntılarda ayakta kalınabilinecek midir?
Evet, kurt kan kokusunu almıştır, ama hava puslu, önü karanlıktır ve kulakları bazen patlamalarla başka zaman daha önce duymadığı tuhaf seslerle uyarılmaktadır, kararsızdır!
Nesnellik onu karanlığa doğru itmekte, öznelliği haklı endişeleriyle baskılamaktadır. Şimdiki durum riski göze alıp kontrollü ilerlemeyi dayatıyor, hatta öyle ki başta aktardığımız gibi “Her şeyin olduğu gibi kalması için her şeyin değişmesi gerekiyor”; devletin “bekası” günümüz koşullarında ancak ileri adım atıp risklerle yüzleşerek ve onlarla hesaplaşarak sağlanabilecektir.
Ancak, kaos bölgesine doğru ilerledikçe kaosun da sana doğru geleceği, seni de sarıp sarmalayarak hükmü altına almak isteyeceği açık değil mi? Gelin görün ki, devletin ve sermayenin bekası için kaosun içine girip sağlam çıkmak gerekiyor!
Zor, neredeyse imkansız, ama nesnelliğin dayatması da böyle işliyor. Zaman (devletler ve örgütler dahil) bütün mekanları dağılmaya zorlayan bir hız ve yoğunlukta akıyor.