Anayasa Mahkemesi (AYM) Osman Kavala kararıyla bir kez daha Erdoğan’ın kollarında intihar etti. Müvekkillerinin adil yargılanmadığını düşünen avukatlar, bundan böyle de AYM’nin kapısını çalmaya devam edecekler ama artık adalet bekledikleri için değil; davalarını uluslararası mahkemelere taşıyabilmek üzere “iç hukuk yollarını tüketmiş olmak” için.
AYM’nin istila edildiği, rejimin AİHM kararlarını tanımazdan geldiği koşullarda Türkiye hala uluslararası yargı alanında kalmaya devam ediyor olabilir mi? Uluslararası yargının bireysel özgürlükler bağlamında Türkiye’de hala pratik bir anlam ve işlevi var mı?
Mevcut rejimde güçler ayrılığı fiilen son bulduğu ve güçler ayrılığı ilkesi de itibardan düştüğü için, bu soruların yanıtları, hukuk değil siyaset alanından çıkagelecektir. Siyaset de, daima bir güç mücadelesi, devlet iktidarını elde etmek ve korumak üzere karşı karşıya gelen tarafların çatışması olduğuna göre, demokratik siyaset yerel ve uluslararası güç dengelerine ve kendi stratejilerine bağlı olarak bu soruya hem “evet” hem “hayır” diye yanıt verebilir.
Rejimin bütün milliyetçi tafrasına karşın, “iç hukuk”ta uluslararası yargının hükmünün kalmadığını söylemek acelecilik olur. Rejimin demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti esaslarıyla bağlandığı uluslararası sözleşmeleri yakın bir gelecekte yırtıp atması ve kurumlardan çekilmesi iki nedenle söz konusu değil. İlki, kronik sermaye yetersizliği dolayısıyla muhtaç olduğu yabancı sermaye akışı ve dış borçlanma gereklerinden dolayı. Uluslararası finans piyasasında ABD ve AB’nin borusu ötüyor. O yüzden bütün bölgesel güç çekişmelerine karşın rejim için ABD ve AB ile ekonomik ve mali ilişkileri onarmak ve bu maddi temelin belirlediği hukuksal ve siyasal ilişkileri, itişe kakışa da olsa, sürdürmek kaçınılmaz.
İkincisi, gidecek başka yer yok. Rusya ve Çin ile “soğuk savaş” sonrası nispeten iyileşen ve genişleyen ilişkilere karşın, Ankara’nın Orta Asya’ya yönelik “Turancı” emelleri Moskova ve Pekin için derin bir kuşku kaynağı. Rakipsiz oldukları Avrasya’da 85 milyonluk bir yeni gücün at koşturma heveslerinden de hoşnut değiller. Onlar için ABD ve AB kampında ama onlarla ihtilaflı bir Türkiye Şanghay İşbirliği Örgütü’nün başına dert olacak Türkiye’den evlâdır. AİHM kararları söz konusu olduğunda “bağımsızlık” yaygaraları kopartan Erdoğan’ın, sıra ticaret, turizm ve finansa geldiğinde “geleceğimiz Avrupa” serenadına başlaması bundan. Bu çelişkiler ortasında, ağır ekonomik ve finansal kriz koşullarında yol alırken rejim, Avrupa ile cepheden çatışmaktansa, mevzuatın verdiği bütün imkanları kullanıp Avrupa Konseyi üyeliğinin askıya alınmasını öteleyerek “ihtilaflı ortaklık” statüsünü sürdürebildiği kadar sürdürmeyi hedefliyor. İçeride de, olası demokratik muhalefet blokunun kilit taşı olarak gördüğü HDP’yi tasfiye için partiyi sürekli olarak “terörizmle iltisak” baskısı altında tutmak; Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği’nin sağcı ve merkezci güçlerine yönelik dış politika argümanı olarak “HDP’nin terörle mesafesizliği” anlatısını ihya ederek Avrupa’yı buradan sıkıştırmak peşinde.
Erdoğan’ın “Başdanışman”ı Mehmet Uçum’un hafta başında Hürriyet’e verdiği “hukuk reformu” söyleşisi bu konuda kuşkuya yer bırakmıyor. Lafa “Avrupa’yla aramızdaki eski ve eskimiş hukuk yeniden yapılanan ilişkilerimize yetmiyor. Elbette batıdan, AB’den vazgeçecek değiliz” diye başlayan “Başdanışman”, sonunda el yükseltiyor; lafı, değişmesi gerekeninin Türkiye değil Avrupa olduğuna getiriyor: “Bizi eski kodlar, eski hukuk üzerinden terbiye etme yaklaşımıyla gelirlerse bunu kabul etmemiz mümkün değil. Demek ki Avrupa Konseyi hukukunda da birtakım değişikliklere ihtiyacımız olacak,” Anlıyoruz ki, “hukuk reformu”, rejimin HDP’yle ilgili planlarının AİHM’den dönmemesi için Avrupa’ya lazım: “Asıl sorun” diyor Uçum, “Türkiye’de anlamlı denebilecek kitle desteğine sahip bir siyasi çevrenin yüzde yüz terör vesayeti altında olması ve buna direnmemesidir. Türkiye’de aslında tasfiye edilmesi gereken son vesayet terör vesayetidir.” Rejimin önceliği değişmiyor; iktidarını baskılayan iç dinamiği dış dinamikten kopartmak ve içeride muhalefetin sağlam bir blok oluşturmasını önlemek.
Rejim boşluğa düşmemek için Avrupa’ya yönelirken muhalefetin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ekseninde geniş bir demokratik ittifaka yönelişini de hem meşrulaştırıyor hem şart koşuyor. Muhalefet, kararlı bir demokratizm ile HDP’ye dayatılan rejim ambargosunu kırabildiği takdirde, toplumsal ve demokratik dinamikler arasında muazzam bir sinerji doğurarak cumhuriyet tarihinin en kapsayıcı ve kurucu demokratik hareketine vücut verebilir. Her şerde bir hayır vardır!