Adı sanı bilinmeden unutulan herkese ve her şeye borçlu bir dünyayı adımlıyoruz. Adına yaşamak denilen; belki de bir iftiradır bu. Bilemeyiz. Bilemediklerimizin çemberinde dolaşıp duruyoruz. Belki de bir iltifattır tüm bunlar, beddualar kadar güçlü. İtiraf da olabilir her şeyi yeniden yazdıracak ve okutacak bir cüret.
İthamların geniş zamanları var ve birkaç ömre teşebbüs edebilir. Serbest arayış ve özgür gerçekler kime gelecek olur veya kime yakalanır, bilinmez. Biz bilinmezlerin de dünyasındayız. Nerelerde neler yaşanmış ve bugünlere zuhur etmişiz, kim bilir. Sahi, bilen var mıydı da rivayeti hâlâ dolaşıyor bizimle bu yerde?
Çarelerin yetişemediği bir çağdayız artık. Herkes bir soru ve cevap olarak yeryüzünde kendini gösteriyor, konuşuyor, duyuruyor ve dolaşıyor. Galip gelen her şey, bir süre sonra garip görünüyor. Böyle bir muammanın içinde anlamlara hevesler, duygulara nesneler, yalnızlığımıza insanlar arıyoruz. Yürümenin, koşmanın, kaçmanın ve durmanın bahanelerine alışıyor, vazgeçtiğimizde kabahatler buluyoruz. Bulmak ve kaybetmek her daim yanımızda ya can verir ya da can alır. Bize gelen tek çaredir ve biz hep kapısında oturduk.
Bugünlerde neredeyse her bir güne bir felaket lazım. Kan, gözyaşı, sefalet, cesaret, esaret, şan şöhret hepsi bir arada bir sayfayı dolduruyor tarih için. Bir ezber gibi herkesi saran, sıradan bir kasırga misali herkesi savuran. Dehşete alkışlar, vahşete övgüler dizilirken, herkes bir gün dizilir.
Güç insan ister, vazgeçtiği veya kazandığı olsun fark etmez. Yeter ki olsun, varlığı da yokluğu da aynı duvarları aşar ve yollar açar. Burası çalınan gerçekler ve verilen yalanlarla dolu. Taşmak da lazım yollardan ve duvarlardan. Nerenin kıyısındaysak, bir dalga daha, bir daha.
Yaklaşan neydi ve nereden gelecekti diye bir soru dünyanın göğünde yankılanıyor. Kar, yağmur, rüzgâr, güneş veya yıldızlar ve ay; gece ve gündüz, yaz veya kış. Hepsine aşina bu yeryüzüne ne olursa olsun hiçbir şey yabancı değil. İnsan her şeye teşne, eşya herkese layık. Bunca beklemek neye benzetecek bizi diye kendimizi sorguya alsak, her şeyin cahili olduğumuz ayyuka çıkacak. Hayat hepsine gebe ve her birine korkak.
Yeni bir şeyin kalmadığı, yenilen çokça şeyin olduğu burada daha nereye kadar böyle diye diye bırakmadığımız her şeyin varlığı bir ayna berraklığında. Doğru bir soru yanlış bir cevabı kovalıyor, yanlış bir soru doğru bir cevabı heba ediyor. Burası en başından beri bir savaş yeri, bir intikam sahnesi. Durmadan yıkılan ve bıkmadan yapılan bir yeryüzü. İnsanın doğduğu ve doğduğu için öldüğü bir kehanet, belki bir lanet ya da sadece hasar almış bir emanet. Bir yerlerden gelip o yerden gidememek, gidilse de varamamak. Dünyanın heybeti bunu nasihat edebilir, hakkıdır.
Aklın sınırlarını zorlayan, düşlere uymayan burada, buralı değiliz. Biz geldiğimizde zaten buralardan sürüldüğümüzü, yaşam boyu sürgün olduğumuzu geç de olsa anladık. Zaten insan anlayınca artık zaman ve mekân birbirinden ayrı, birbirine yabancı. En başından beri bilmeliydik bu yabanı ve yalan dünyayı.
Her şey bir metamorfoza itaat eder ve herkes bir ayrılığa tamah eder. Aylak sevinçler, ağlak hüzünler yorulmadan çoğalıyor biz azalırken. Durmadan ve duymadan gitmeyi göze alanlar, gidenlerdi ve gittilerdi. Kalanların hırsına hiçbir hız yetmiyor.
Tedbirler aciz, tehditler veciz ve kimler kaldıysa kendi dışında ve burada, orada bir dünya ve orada ölüm sarmalında. Tarihten bir yaprak düşer, çağ biter ve gidenlerin getirdikleri de gider. Buraya kadar ne geldiyse kalmamak üzere kendinden vazgeçer. Dünya ve hayat aynı cümlede yazılamayacak kadar abes, beraber okunamayacak kadar ayıp. Yamalı hayat yaralı bir dünya yarattı, hepsi bu.
Haftanın kitap önerisi: Abdullah Öcalan, Bir Halkı Savunmak / Amara Yayıncılık