Sözcü yazarlarının “FETÖ”cü ilan edilmesi Türk medyasını çok şaşırtmış.
“Olur mu canım, bu yazarların Asyabank’ta hesabı yok…”
“Çocuklarını Cemaat okullarında okutmamışlar…”
“Hiç birinin telefonunda ByLock yok…”
“Bu yazarlar Fethullah Gülen’le Amerikalar’da resim çektirmemişler…”
“Elini öpmemişler…”
“Burnunu sildiği mendille gözlerini silmemişler…”
“Böyle olduğu halde bu yazarları ‘FETÖ ile iltisaklı’ saymak vicdanları yaralamaz mı?”
Şu yukarıda sayılanlar yüzünden onbinlerce insan hapse atıldı, KHK’li oldu. Oysa bu sayılanların kimisi “kerih” olsa da “suç” değil. Vatandaş sanıyor ki, bir insanın “FETÖ”cü olması için yukarıdaki “suçları” işlemesi yeterlidir.
Oysa bunların hiç biri suç değil.
Ama ortada bir suç var:
Kürt sorununda çözüm süreci, tüm zaaflarına rağmen sürerken, Kürt siyasi hareketine karşı “KCK soykırımı” denilen tutuklama operasyonlarını yapmak Türkiye demokrasisine karşı en büyük suç: Cinayet.
Bu suçu kim işledi?
Türk yargısına bakılırsa bu suçu işleyenler Cemaatçi polis ve istihbaratçılar, Cemaatçi savcı ve yargıçlar…
O halde bir insanın “FETÖ”cü olup olmadığı bu suçu işleyenlerle “iltisaklı” olup olmadığından kolayca çıkarılabilir.
AKP’nin Genel Başkanı’ndan, sıra üyesine kadar sorun: KCK adı altında Kürt legal siyasi hareketine karşı operasyonlara “ortak oldunuz mu, bu operasyonları desteklediniz mi?”
Aynı soruları CHP’nin Genel Başkanı’ndan, sıra üyelerinin çoğunluğuna sorun.
Ardından şimdiki Cumhuriyet’in yazarlarına sorun.
En sonunda Sözcü Gazetesine, Çölaşan’a, Necati Doğru’ya da sorun.
Ne diyecekler?
“Evet, ortak olduk, destekledik, alkışladık, hatta operasyonlara devam edin dedik” diyecekler.
Ülkeyi diktatörlüğe sürükleyen bu sözde KCK operasyonlarını kim yaptı demiştiniz? Cemaat. Yani resmi tabirle “FETÖ”…
O halde?
Hepiniz bu “FETÖ”yle “iltisaklısınız.”
Şimdi ayıklayın pirincin taşını…
Ne demişler? “Ayıklanmamış pirinç diş kırar.”
‘Ana akım medya’ ‘Baba akım medya’
Farkındaysanız bir “medya” tartışması kıyıdan köşeden, daha çok da sosyal medyada sürüp gidiyor.
“Ana akım medya”nın “baba ya da Erdoğan medya” haline gelmesinden sonra bizzat eski “ana” yeni “baba medyanın” eski “Amiral gemisinde” yeni “baba takasında” Soysal adındaki yönetici “bişeyler yapmak” tadında yazılar yazdı. Derken bu vesileyle Yavuz Baydar nitelikli analizlerle tartışmaya katıldı. Fehmi Koru son noktayı koydu: Ona göre “baba medyanın” işi bitik. Sosyal medya onların yerine geçecek.
Bu tartışmada “sınıfsal analiz” neredeyse sıfır.
Bize göre: Demokratik ülkelerde medya çoğulcudur. Ama bu çoğulculuk bilelim ki esasen “sistem içi” çoğulculuktur. Medya egemen sınıfın farklı kesimlerinin sözcüleri arasında bölüşülmüştür. Batı demokrasisi esasen “sistem içi güçlerin” rekabet alanıdır.
“Sistem dışı” güçler, “sistem içi çoğulculuktan” bilistifade bu “çoğulculuğun” nimetlerinden yararlanır. Hepsi o kadardır. Sistem krize girdiği zaman “demokrasi” devam eder. Ama “sistem dışı” güçlerin “demokrasiden” ve “medya çoğulculuğundan” yararlanma imkanları daralır, bazan yok edilir. Örneğin bizde askeri darbeler “demokrasiyi” yok etmek yerine askıya aldığında “sistem dışı medya” tasfiye olmuştur. Ama “sistem içi medya çoğulcuğu” tehditlerle biraz sinse de devam etmiştir.
“Demokrasi” kökten yok edildiğinde, “sistem içi medya çoğulculuğu” da yok edilir. Çünkü faşizm, egemen güçler içindeki en şovenist, en klerikal, en emperyalist kesimin terörist diktatörlüğüdür. Sistem içi çoğulculuğu yok eder.
Türkiye buna iyi bir örnektir. “Ana akım medyanın”, “baba akım medya” haline gelmesi bunu gösterir.
Doğan medyanın, Cemaat medyanın “baba medya” haline getirilerek yok edilmesi, Kemalist medyanın (Sözcü ve ‘yeni’ Cumhuriyet) kripto yandaşı haline getirilmesi “sistem içi demokrasinin” yok edilmesinin sonucudur.
Neden?
Çünkü diktatörlük rejimi, “alternatif-radikal” muhalefetten korkmaz. Onu ezebileceğini bilir. Onun asıl korkusu “sistem içi” bir muhalefetin uç vermesidir. Özellikle “küresel güçlerle” çelişkiye düşmüş olan bu rejimler, “dış güçlerin” “sistem içi alternatif” yaratma becerilerini bilir. Bunun önlemini alır.
Bu önlemin başında “sistem içi medya çoğulculuğunu yok etmek” gelir.
Şu anda biri politik, öteki ekonomik iki “alternatif” muhalefet ihtimali Erdoğan rejimini ürkütmüştür.
Kılıçdaroğlu’nun Abdullah Gül’le görüşmesi ve TÜSİAD başkanının Saray rejiminin ekonomik, politik ve dış politik çizgisini beklenmedik şekilde eleştirmesi bu korkuyu depreştirmiştir.
Ama dikkat; artık ne Abdullah Gül’ün etkili bir medyası vardır ne de TÜSİAD’çı Koçların, Eczacıbaşıların…
Ve ansızın Gezi defterlerinin yeniden açılması bu medyasız “sistem içi muhalefetin” yakında hedef tahtasına oturtulacağını gösterir. Erdoğan’ın “bir kaç güne kadar Doğu Suriye’de askeri operasyonlar başlayacak” demesiyle birlikte “sistem içi muhalefet potansiyelini” oluşturanlar için büyük bir tehdit baş göstermiştir.
Eğer Türkiye böyle bir maceraya girerse, bilin ki tasfiye edilen “medya çoğulculuğunun” ardından, “medyasız” muhalefet potansiyelinin politik ve ekonomik özneleri de tasfiye edilecektir.
Ahmet Kekeç adındaki tetikçinin Gül’le ilgili yazıları ve Gezi vesilesiyle Koç ve Eczacıbaşı isimlerinin köşelerde telaffuz edilmeye başlanması gidişin yönünü gösteriyor.
Sistem dışı medyaya gelince…
Bu medya zorbalığa karşı şerbetlidir. Bir bakıma denizaltı gibidir. Burada “batar”, “su altına” çekilir, Şurada “çıkar” “yeryüzünde” belirir.
Medya ile ilgili tartışmaya bir katkı olsun diye yazdık.
Bir taraftan kıyma öte taraftan dana
“Ana”sını kaybeden “akım medya” ayakta: Emin Çölaşan nasıl “FETÖ”cü olur diye yırtınıp duruyorlar.
Ertuğrul Özkök’ten Sabah yazarlarına kadar bağırmayan yok.
“Çölaşan’dan ‘FETÖ’cü olur mu?”
Olur. Neden olmasın?
Bu ülke ordusunda görevli kurmayların yüzde 90’ı, generallerin yarısı nasıl oluyor ya da olduruluyorsa, Çölaşan da öyle olur.
Vaktiyle Zihni Sinir Procecileri, bir kıyma makinası procesi yapmışlardı, bir taraftan kıyma koyuyorsun, öte tarafdan dana çıkıyor.
O misal işte.
Her şey olur.
Örneğin Cemaat sözcüsü Hüseyin Gülerce’yi bu kıyma makinasının bir yerinden sokmuş, öte taraftan Erdoğancı bir “mücahit” çıkarmamışlar mıydı? Aynı makinaya Fethullah Gülen’i soksalar, Allah sizi inandırsın, öte taraftan ya Mustafa Kemal ya da Tayyip Errdoğan benzeri bir ademoğlu çıkar da, dilinizi ısırırsınız, nutkunuz tutulur.
Unutmayın: Saray yargısı bir kıyma makinasıdır ki, bunun mucidine Nobel verilse yeridir. Düşünün bu makinadan vaktiyle Erdoğan da bizzat geçmişti. Bir taraftan Necip Fazılcı ve Milli Görüşçü Belediye Başkanı olarak makinaya girmiş, diğer taraftan AB yanlısı, çözümcü bir Başbakan olarak çıkmıştı; derken Anayasa Mahkemesi’ydi, Cumhuriyet Mitingleri’ydi, Geziydi falan derken, bu defa makinanın bir yerinden sokulan “demokrat” Erdoğan öte taraftan “malum Erdoğan” olarak arz-ı endam eylemişti.
Diyorlar ki, bu öyle bir makinadır ki, vaktileyin gençlerin gözdesi James Dean’ı bir tarafından soksan, öte taraftan İbrahim Tatlıses çıkar ki, çıkar çıkmaz Akar’la birlikte Hotanto dilinde şarkılar söyler.
Eğer Çölaşan bu makinaya sokulursa, bilin ki öte taraftan, değil “FETÖ”cü olarak, New York İkiz Kulelerini havaya uçuran bir DAİŞ’çi kılığında bile karşımıza çıkabilir.
Ayaklarında takunya, elinde ibrik, başında takke, boynunda tesbih, göğsünde dinamitle Çölaşan müthiş bir görsel sanat eseri olur.
Şükretsin şimdilik “FETÖ” olacak…