Geçtiğimiz hafta Ankara’da Avrupa Birliği ülkelerinden birinin büyükelçilik heyetiyle bir görüşmemiz vardı. Tüm benzer görüşmelerde olduğu gibi yine özellikle düşünce özgürlüğü konusunda yaşadığımız hak ihlallerinden, ne kadar üzüntü ve endişe duyduklarını, insan hakları savunucuları üzerindeki baskıların onları çok kaygılandırdığını anlattılar.
Bunları dinlerken insan bazen ne diyeceğini bilemiyor ama söylememiz gerekenin şu olduğunu çok iyi biliyorum; evet bütün bu hak ihlalleri yaşanıyor ve bu hak ihlallerinin hepsinin suç ortağısınız. Çok fazla düşünmeden hemen bunu söyledim: Evet dedim, coğrafyamızda büyük hak ihlalleri işleniyor. Türkiye Cumhuriyeti devleti, birçok uluslararası sözleşmenin tarafı ve bu sözleşmelerde sizlerin imza ortağı ve bu sözleşmelerin hepsini ihlal ediyor. İfade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, işkence görmeme hakkı, ayrımcılık yasağı gibi birçok konuda Türkiye altına imza attığı uluslararası sözleşmeleri ihlal ediyor ve bu sözleşmelerin hepsinin, denetim mekanizmaları var. Ancak bunların hiçbiri Türkiye’ye karşı işletilmiyor.
O nedenle üzülmeyin harekete geçin, dedim. Çünkü Avrupa Birliği Türkiye’de yaşanan hak ihlallerini çok iyi biliyor, çok iyi takip de ediyor. Ama hiçbir şey yapmıyor. O zaman üzülmeyin, üzülüyorsanız bir şey yapın.
Tabii bu tavır karşısında epey şaşırdılar. İşte üzüntülerini dile getirdiler, biz de çok üzülüyoruz, ama bir şey yapamıyoruz gibi şeyler söylediler. Bunların hiçbiri inandırıcı değil. Dünyaya “insan hakları” konusunda dizayn etmeye çalışan Avrupa ülkeleri arasında, maalesef ki insan hakları adeta “oyuncak” haline getirildi. Özellikle bizim yaşadığımız coğrafyada, devletin politikalarını eleştirmemek, onlara karşı suskun kalmak konusunda hepsi, son derece suçlu.
Geçtiğimiz hafta açıklanan, Gezi Parkı davası kararında, gerçekten hepimiz altüst olduk. Aslında hepimiz bunun bir intikam davası olduğunu biliyorduk. Ancak hukukun bu kadar olağanüstü düzeyde araç olarak kullanılması, akılları zorladı. Karıncayı bile incitmeyecek kadar iyi insanlar hepsi, hepsini tanıyorduk. Müebbet hapis, 18 yıl gibi cezaların verilmesi gerçekten akıl dışı.
Gezi Parkı davasından önce, yıllardır süre gelen büyük bir hukuksuzluğu da dile getirmek gerekiyor. Özellikle Kobani davası adı ile simgelenen ve Kürt sivil siyasetçilere yönelik, ağır hak ihlalleri, birçoğunun hala cezaevinde olması aslında Kürtlerin, barış taleplerinin yargı baskısıyla sonlandırılması demekti.
Hepsi bizim yakın arkadaşlarımız. Bugün Kobani davasında yargılanan tüm sivil siyasetçiler İnsan Hakları Derneği’nde yıllarca mücadele etmiş insanlar, hepsiyle yıllarca beraber çalıştık. Sadece düşünceleri farklı olduğu için, Kürt sorununun barışçıl çözümü konusunda devletten farklı düşündükleri için yıllardır cezaevindeler.
Hepimiz zaten ya adli kontrollüyüz ya da cezaevine girmek üzereyiz. Aslında hepimiz rehiniz bu coğrafyada. Bütün muhalifler, rehin olarak yaşamaya devam ediyorlar.
Bu yazının yazıldığı gün 10 Ekim Ankara Gar Katliamı’nın yaşandığı gün. Ankara Gar Meydanı’nda 10 Ekim 2015 yılında bir IŞİD katliamı yaşandı. Sadece “Emek, Demokrasi ve Barış” taleplerini dile getirmek isteyen binlerce insan meydandaydı. Bu güvenlikçi ve istihbaratı çok güçlü olan bir devlet, bu eylemin yapılmasına göz yumdu.
Eylemin yapılmasına göz yumulduğu gibi yargı da katilleri korudu ve korumaya devam ediyor. Defalarca mahkeme heyeti değiştirildi, dosyanın avukatları, binlerce delil koydular. Özellikle görüntülere yansıyan kişilerin kimliklerinin araştırılması istendi. Hiçbiri yerine getirilmedi. Maalesef yargı bir katliama daha kılıf yapılmaya devam ediyor.
Yaşadığımız bu gerçeklerin hemen ardından Ankara’daki patlama olayının ardından özellikle Rojava’ya yönelik saldırılar ve Dışişleri Bakanı’nın herkesi, adeta hedef haline getiren konuşması gerçekten bizleri zor günlerin beklediğini gösteriyor.
Ancak bu kadar ağır hak ihlallerini yaşayan insan hakları savunucuları olarak bizi hiçbir şey durdurmadı. Eğer yaşamaya devam ediyorsak, mücadelemiz de devam edecek.