“Senin başına gelenler, benim başıma gelenler, babalarımızın başına gelenler… Burası Suriyeliler gelmeden çok önce b*ka batmaya başlamıştı. Aptal bir adam olmadığını biliyorum. Peki, sen nasıl bu hale geldin?”
TJ Ballantyne, yabancı düşmanlığıyla gözleri kör olmuş eski arkadaşının kapısında duruyor ve bunları söylüyor yüzüne karşı.
Başkalarını bilmem ama zaman zaman ben de ırkçılıkla zehirlenmiş bazı eski arkadaşlarımı karşıma alıp tam bunları söylemeyi çok istiyorum. Muhtemelen bu ‘eski devrimci – yeni ulusalcı’ dostlarımdan “Hocam bak o iş öyle değil, büyük oyunu görmüyorsun” gibi bir cevap gelecektir ama olsun, yine de yapmak istiyorum bunu.
Tanıdık bir dünya
Ömrünü işçi sınıfının hikâyelerini anlatmakla geçirmiş Marksist yönetmen Ken Loach, artık 87 yaşında ve “The Old Oak” filmiyle bize veda ediyor. Hüzün verici bir şey bu. 2020’lerin berbat dünyasında hâlâ umut veren bir sinema ustasının artık film yapmayacağını bilmek canımızı acıtıyor.
Loach, bu kez -ve son kez- It’s a Free World (İşte Özgür Dünya) ve Bread and Roses`ta (Ekmek ve Güller) yaptığı gibi yüzünü yeniden göçmenler ve sınıf meselesine dönüyor. Yine üç aşağı beş yukarı bildiğimiz, tanıdığımız bir dünyada geçiyor her şey. Madenlerle, coşkulu grevlerle birlikte var olmuş ve ocakların kapatılmasından sonra çürümeye terk edilmiş bir kasabanın kendi içine çökmüş dünyası. Hâlâ o günleri hatırlayan kuşak bu bozulmadan nasibini alarak savrulsa da, diplerde bir yerlerde sınıf duygusu tümüyle kaybolmuş değil. Ancak, sendikalar ve bazı sivil kurumların sosyal desteğiyle Suriyeli göçmenler kasabaya yerleşmeye başladığında ırkçılık zehri de damarlara yayılmaya başlıyor ve normal zamanların ‘iyi’ insanlarının nasıl bir kafa karışıklığı yaşadığını anlamak zor olmuyor. Loach bize tam bir ‘alt sınıf’ ırkçılığı manzarası çiziyor. “Hayatımız b*ka sardığında hep bir günah keçisi ararız, değil mi? Hiç yukarıya bakmayız, hep aşağıya” diyor Ballantyne; tam da öyle işte.
Baştan verilmiş bir karar
TJ Ballantyne’nin barı The Old Oak, kasabanın tek sosyal mekânı ve bu, aynı zamanda barı bütün çelişki ve çatışmaların arenası haline getiriyor. Her şey orada başlıyor, orada bitiyor ya da bir şekilde onun çevresinde dönüyor. Eski grevci ve maden işçisi Ballantyne, başından itibaren Suriyelilere yardım etmekle zaten bir avuç olan müdavim müşterilerini kaybetmeme kaygısı arasında gidip gelirken, babası Esat zindanlarında olan Suriyeli bir genç kız (Yara) ve ailesiyle tanışıp iç içe geçtikçe durum değişmeye başlıyor ve lanetlenmeyi göze alabildiği bir noktaya kadar ulaşıyor. Daha sonra olanlar ise, tam bir Ken Loach iyimserliğini gözler önüne seriyor. Sonlara doğru yaklaştıkça Loach’ın daha en baştan ırkçılığa karşı yoksulların dayanışmasını öne çıkaran bir film yapmayı kafaya koyduğunu ve bu maçı dayanışmanın ‘kazanması’ için elinden geleni ardına koymamakta kararlı olduğunu anlıyoruz. Loach’ın, bunu yaparken Suriye’de olup bitenlere de yüzeysel yaklaştığını, meseleyi sadece Şam rejiminin kötülükleri üzerinden baktığını görüyoruz ama bu da bir sorun olmuyor filmde. Çünkü Loach, bunu önemsemiyor; ailenin nasıl bir yerden geldiğinden çok, geldiği yerde ne yaşadığı üzerinden yürüyor. Yan hikâyeleri değil, esas mevzuyu, ırkçılığı öne çıkarıyor.
Onu anlatırken de adeta gerçek dışı bir ‘iyimserlik’ duygusuyla ilerliyor. İnsan filmi izlerken, kasaba ortamının hastalıklı yapısının bu kadar çabuk ve kolay ‘iyileşmesinin’ mümkün olup olmadığını ister istemez düşünüyor. 2020’lerin insanlarıyız biz; Türkiye dahil bütün dünyada berbat deneyimlerle, korkunç gözlemlerle kararmış bir zihne sahibiz. Şimdi herhangi birimizin eline bir kamera verseler yapacağımız filmde muhtemelen yakılıp yıkılmış evler, çarpı işareti çizilmiş kapılar, kendi gettolarında kendi mafyalarını kurarak yeraltına geçmeye başlayan ve giderek uyuşturucu, gasp çeteleri kuran Araplar ve daha bir sürü berbat şey yer alır. Ve şöyle deriz kendi kendimize: Ama gerçekler bunlar!
Bu onun tercihi
İşte Loach’ın yapmadığı bu! Bu, bir tercih. Saygı duyulması gereken bir tercih. Ken Loach, önümüze kapkaranlık bir tablo koyup geriye çekilmeyi tercih etmiyor. Sinemacılık açısından, ‘hayatın realitesi’ bakımından canımız istediği kadar eleştirebiliriz onu. Kasabanın kirli dünyasından hızlıca bir dayanışma şöleni yaratmasını tuhaf bulabiliriz. İnsanların bu kadar hızlı ‘aydınlanmasını’ gerçekçi bulmayabiliriz. Ama yönetmen olan o ve sabah akşam suratımıza distopya fışkırtan, her maça 5-0 geriden başlatıp her seferinde insanlığı ve iyiliği hezimete uğratarak çürümüşlüğü birincilik kürsüsüne çıkaranlara inat, başka bir şey yapıyor. Bunu yaparken de muhtemelen şöyle düşünüyor: Diğer türlüsünü yapanlar zaten var; ben niye onu tekrar edeyim ki? Hem de ömrümün sonbaharında, hem de en son filmimi yaparken?
Sonuç olarak film iyidir kötüdür, doğrusu benim de hiç umurumda değil. Azgın kalabalıkların, kirlenmiş zihinlerin her seferinde canımıza okuduğu bir dünyada yaşıyorum ve bütün bu bildiğim şeylerin yeniden yeniden gözüme sokulmasında bir fayda görmüyorum. Biz gazetede önemli günlerde haber yapıp sayfa oluştururken birbirimizi hep “gözaltıları, polis şiddetini değil direnişi öne çıkaralım” diye uyarırız. “Ama ifşa etmek lazım” der bazı arkadaşlarımız; evet, doğrudur söyledikleri ama bir yerden sonra ‘ifşa’ da olup biteni normalleştirerek başka bir şeyin önünü kesiyor sanki.
Bu örnek mevzuya uydu mu bilemedim şimdi. Amaan, uysa da uymasa da! İsteyen safdil desin, vallahi umurumda değil; ben Ken Loach’ın tarafındayım.
Saygı ve hürmet ona. Hep yoksulların yanında durup kalbimize umut aşıladığı için…