Ertuğrul Kürkçü
Kemal Kılıçdaroğlu, “helalleşme” çağrısıyla, bu çağrının özgül anlam ve kapsamının da ötesinde, Cumhurbaşkanlığı’na talip olduğunu açıkça ilan etmiş oldu. Kılıçdaroğlu, kamuoyu yoklamalarının karşısındaki aday kim olursa olsun Tayyip Erdoğan’ın herkese kaybedeceğini göstermeye başladığından beri bu eğilimini hissettire geliyordu. Üstelik son çağrısıyla, Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanlığına yalnızca bir seçimlik bir adaylığın da ötesinde bir tarihsel iddia üstlenerek yürüme kararlılığıyla yola çıktığı görülüyor. Kılıçdaroğlu “helalleşme yolculuğu”nu halim selim bir Cumhurbaşkanlığı talebinin ötesinde, “devletin restorasyonu”na toplumsal rıza üretme hamlesi olarak kurguluyor.
“Helalleşme” çağrısı, ilk bakışta Kılıçdaroğlu’nun son on yıldır sürdüre geldiği “sağa seslenerek sola yürüme” stratejisinin devamı olarak okunabilir. Kılıçdaroğlu bu yöndeki ilk ciddi adımını 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine MHP ile ortaklaşa, Ekmeleddin İhsanoğlu’nu aday göstererek atmıştı. Sonuç biliniyor. Ne var ki, CHP Genel Başkanı, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun İslam İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri kimliğiyle 2014’te CHP-MHP ittifakına sağlayamadığı faydayı artık kendi söylem ve duruşuyla ikame edebileceğine ikna olmuş gibi.
Ancak, bu ilk bakışta ve şeklen böyle. Kılıçdaroğlu’nun kendisine misyon biçmesinin gerisinde 2014 koşullarıyla 2021 koşulları arasındaki devasa fark ve Cumhuriyet kurulduğundan beri toplumu yaran fay hatlarının rejim değişikliğiyle derinleşmesinden doğan açmazlar var:
Kılıçdaroğlu konuşmasında bu özgül koşulları şöyle özetliyor:
“Evet, gitmekte olan bir iktidar var. Korkunç bir enkaz bırakarak gidiyorlar […] Peki bunca olandan sonra sadece iktidarı değiştirmek yetecek mi bize? İktidarlar değiştikçe neden bu ülke gerçek bir demokrasiden ve müreffeh bir toplumdan sürekli uzaklaşıyor.
“[…] Biz dahil geçmişte tüm iktidarlardan bahsediyorum. Neden bu devleti, her gelen iktidar sürekli yıpratıyor? Bunun önemli bir nedeni var. Ülkemiz yaralı insanların ülkesi. Farklı topluluklar, çok farklı yaralar taşıyor. O kadar ağır yaralarımız var ki ruhlarımız acı çekiyor. O kadar incinmişiz ki hiçbirimiz geleceğe bakamıyoruz, geçmişe takılı kaldık. Her iktidara gelen de bu yaraları kullandı, istismar etti, derinleştirdi. Tarihimizde de bunu en çok AK Parti hükümetleri yaptı. İnsanları birbirine düşürdü, nefreti körükledi, halkımız kavga ettikçe, bir grup insan zenginleştikçe zenginleşti. Bunun hesabını da verecekler tabii ki. Ancak Kemal Kılıçdaroğlu olarak bana sadece iktidarı devralmak yetmiyor. Ben ülkeme bir miras bırakmak istiyorum. Bu ülkenin artık huzura kavuşmasını ve önüne bakabilmesini istiyorum. Ben bundan sonraki 100 iktidarının da bu ülkeye ve insanına iyi gelmesini istiyorum.”
Kılıçdaroğlu’nun bu adımıyla karşıt kampta ve kararsız seçmenler arasında bir güç kaymasını tetikleyip tetikleyemeyeceğini şimdiden kestirmek güç. Ancak ilk tepkilere bakılacak olursa, bu adımının, CHP’nin sert laikçi kanadında hayal kırıklığı ve kızgınlıkla karşılanmış olduğu ortada.
Doğrusu, bu tepki ve eleştirilerin bir bölümü haksız sayılmaz. Özellikle Kılıçdaroğlu’nun İslami duyarlıklara sahip kesimlere yönelik bir kod olarak seçtiği “helalleşme” kavramının kendisinin başlı başına bir sorun oluşturmaya aday olduğu ortada. Her ne kadar bu kavram inanan inanmayan, Müslüman ya da değil, herkesin diline pelesenk olmuş, daha çok toplumsal ya da kültürel İslam’a özgü bir deyiş haline gelmiş olsa da “helalleşmek” kişiler arasındaki ilişkilerin konusu. Hadis’teki karşılığıyla mesele “Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, nâmusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden evvel o kimseyle helâlleşmesi,” yani borçlu ile alacaklının ödeşmeleriyle ilgili bir mesele. Kim borçlu, kim alacaklı?
Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme yolculuğu”nda sözünü ettiği milyonlarca insanın milyonlarca başka insan ve devlet ile ilişkilerinin bu kapsamda değerlendirilebileceğini ve iktidarında sağlamayı umduğu huzuru sunabileceğini düşünmek çok safdilce olurdu. Besbelli, Kılıçdaroğlu’nun yapmak istediği daha çok, toplumda bilenmiş olan hırsların kıyıcı bir hesaplaşmaya yol açmasından kaçınırken, ezilen, dışlanan, horlanan sınıf ve toplulukların haklarının teslim edileceğine ilişkin bir güven duygusu yaratmak.
Ne var ki, Erdoğan rejiminin ve Siyasal İslam’ın bu topluma yaptığı kötülüklerin başında bizzat “helalleşme” kavramından başlayarak, toplumsal dayanışmayı, insani ve vicdani değerleri, affetme, feragat etme gibi erdemleri çürüterek anlamsızlaştırması, “mekruh” hale getirmesi geliyor.
Bu bağlamda “helalleşme” de “çözüm ve müzakere” sürecinde Erdoğan’ın tasallutuna uğramaktan kendisini kurtaramamıştı. Erdoğan, henüz başbakan iken 2013’te kavramı siyaset gündemine sokmuştu. Ne var ki, “helalleşme” devlet ile Kürtler arasındaki ilişkilerin çözümü için hiçbir işe yaramadı. Çünkü, o manada “helalleşme” devletin halktan aldığını, halkın kendisini yönetme hakkını halka iadesini gerektiriyordu; bunun bilinen şekliyle Türklük üzerine bina edilmiş devletin sonu demek olduğu anlaşılınca, helal haram oldu.
Kılıçdaroğlu’nun, “mağdurlar” listesindekilere – “28 Şubatçıların açtığı yaralar, ikna odalarına sokulan başı kapalı kızlar, Roboski, Sivas, Kahramanmaraş mağdurları, Diyarbakır hapishanesi mahkûmları, varlık vergileri altında inim inim inleyen azınlıklar, 6-7 Eylül olaylarının mağdurları, mahkemelerde süründürülen askerlerimiz ve aileleri […]”- bakınca, onların hakkını hukukunu teslim edecek olan devletin kendisi değişmeksizin başına Kılıçdaroğlu’nun geçmesinin Erdoğan’ın “helalleşmesi”nden daha köklü bir değişiklik yaratmasını ummak için pek az nedenimiz kalıyor.
Kılıçdaroğlu “helalleşme” çağrısıyla, toplumun ezber bozan değişiklikler ihtiyacını yeniden gündeme getirmiş oldu. Ancak bu değişikliklerin, radikal bir demokratik dönüşüm programına ve buna ekmek ve su kadar muhtaç kitlelerin eylemine ihtiyacı var. Bu ancak, siyaseten mütereddit ve değişimden korkan kesimleri kazanmayı olduğu kadar, değişim arzusuyla yanan kesimlerin heveslerini ve umutlarını yükseltmeyi de amaçlayan bir program olabilir. “Helalleşme” böyle bir program değil.