Türkiye’de kendini komünist veya sosyalist çizgide tanımlayan siyasi partilerin kafa karışıklığı “olmadığına” dair gözlemlerim mevcut epeydir. Karışık kafa aslında sorgulayan, okuyup üzerine düşünülen konularda bu sorgulamayı henüz bir yere oturtamayan bir düşünselliğe dair bir tabir. Oysa belirli bir kesim “sol”da kafalar gayet net; hegemonyadan, despotizmden, burjuva egemenliğinden yana bir rejime, hem de egemenlerin “cumhuriyet” olarak adlandırmalarından ötürü, her koşulda sahip çıkan bir anlayışları olageldi; ancak artık bu cumhuriyet olarak tanımlamakta ısrar ettikleri devlet ve onun aygıtlarına temelde sahip çıkmak bir yana bir de artık ona olan eleştiri ve eylemlere karşı seyirci de kalmayacaklarmış -TKP’nin kendi ifadesi ile-.
Cumhuriyet makyajı
Türkiye’deki TİP, TKP gibi sosyalist siyasi partilerin ideolojik zeminlerinde sık sık yer alan cumhuriyet kavramı oldukça soyut bir kavram. Soyut, Hegel ve Marx’taki anlamı ile tek yanlı, muğlak olandır. Haliyle soyuttan somuta geçmek için hegemonyanın sunduğu kavramın altında yatan gerçekleri incelemek gerekir. Bu da cumhuriyet olarak tabir edilen rejimin analitik, tarihsel bir bakış açısı ile incelenmesi gerektiği anlamına gelir.
Cumhuriyet bir yönetim biçimi ancak bunu kuran ve icra eden bir iktidar aygıtı var. O ana aygıta devlet deniyor. Haliyle bir cumhuriyetin yapısından söz etmek için kaçınılmaz bir biçimde kurucu devletin genetik yapısını alabildiğine ortaya koymak gerekiyor. Türkiye bir ulus-devlet olarak kuruluşundan itibaren sürekli olarak mevcut genetik kodlara sahip. Bunlar arasında tektipçi, tekilci, çoğulculuğa temelden karşıt ve milliyetçi/tahakkümcü bir iktidar paradigmasının görünümleri mevcut. Bu prensiplerin temsilcisi ve türevleri olan iktidarlar süregelmiştir; ancak, bu iktidarlar -ki AKP buna en iyi örneklerden birisidir- ne zaman kurucu ilkelerden sermaye-temelli dahi uzaklaşmak istese sonuçta zorla o kurucu çizgilere geri dönmek zorunda kalmıştır.
Cumhuriyet kavramının ardında saklı kalanlar
Başta ulusal sanayi sermayesi güdük, neredeyse mevcut olmayan bir ulus-devletin kuruluşu ile birlikte mevcut ticaret sermayesinin yanında devlet eliyle bir sanayi sermayesi oluşturulmaya başlanmıştır. Bu kuruluş süreci de kimilerinin aksini iddia ettiği gibi sosyalist bir yapısallığa tabi olarak değil tam aksine sınıf uzlaştırıcı görünen ama aslında gayet despotik bir yapısallığa sahip, Falanjist metoda yakın bir çizgide gerçekleştirilmiştir. Köylülere nesnel anlamda kendilerine ait topraklar verilmemiş, işçi sınıfı oluştukça ve geliştikçe artan bir oranda sermayenin güdümüne zorla sokulmuştur. Bunları oluşturmak ve düzeni sürekli kılabilmek için Köy Enstitüleri kurulmuş, meslek okulları oluşturulmuş ve sermayenin insan kaynakları denilen ücretli emek sömürüsünün rasyonel bir şekilde devamına zemin hazırlanmaya çalışılmıştır.
Elbette böylesi bir yazıda tarihi bilgileri detayları ile ortaya koymak ve kapsamlı bir biçimde tartışmak imkânsız; ancak işçi sınıfının oluşturulmasının burjuva anlamda dahi demokratik esaslara dayanmadığı aşikâr. Devletin işçi sınıfı içindeki uzlaştırma odaklı temsilcisi Türk-İş 1952’de, Menderes döneminde kurulmuştur. Rivayete göre ABD, yardımlarını alacak olan Türkiye’de sendikal hakların o döneme dek neredeyse mevcut olmadığını dile getirip, ABD’den Türkiye’ye gelecek yardımların hiç olmazsa sendikal haklara tabi kılınması şartlarının Türk-İş’in kuruluşunda etkili olduğu belirtilmektedir -tarihsel olarak da mantıksal olarak da gayet rasyonel-. Daha öncesinde devlet tarafından dikte edilen bir geçmiş. 1938 Dernekler Kanunu’nda toplu sözleşme ve grev hakkı tanınmayan bir yasallık. Köylüler topraksız, elit bir kesim dışında yoksulluk ve kapalı bir ekonomi olarak geçen on yıllar. Komünist önderlere, azınlıklıklara, diğer uluslara uygulanan katliam, baskı ve zulüm (Mustafa Suphiler, Dersim, Varlık Vergisi ve daha nicesi). Bu bir cumhuriyet olarak adlandırılabilir. Peki, demokratik hakların engellendiği, devletin adeta sorgusuz-sualsiz hemen her şeyi dikte ettiği bir cumhuriyete ‘sahip çıkmak’ sosyalistlerin görevi midir?
Bu yapısallıkları ve uygulamaları görmezden gelip ‘iyi kötü bir cumhuriyetimiz var/vardı” demek sosyalist ve komünistlerin şiarı olmamalı. İşin doğrusu, adına cumhuriyet denmiş ve ulus-devletin adını o şekilde andıran bir sistem kuruldu ve bu sistemin demokratik hakları gasp ettiği ve diğer ulusları hem ekonomik hem politik hem de yaşamsal anlamda kâh çökertmek kâh sürgün etmek kâh yok etmek bu sistemin belirgin özelliklerinden oldu. Bunları pas geçip soyut bir cumhuriyet kavramı üzerinden yolculuk etmek sistemi kabul etmek ile ona sahip çıkmak dışında bir salınıma tabi olamaz. Velhasıl, Türkiye sosyalist hareketinin bir kısmının cumhuriyet-demokrasi ayrımı yapmayı gerçekleştiremediği tarihsel bir gerçekliktir.
Despotik rejimin çeperinde bir sol
Devleti, rejimini tartışmadan cumhuriyeti savunan sosyalist anlayışa dikkat edildiğinde eleştirilerinin özünün devlet değil hükümetler üzerinden yürütüldüğü ortaya çıkmakta. Kilit nokta da burası. Bu tür bir sosyalist anlayış aslında her gün ağzından düşürmediği sosyalist değer ve jargonu ayaklar altına almakta. Bu anlayışın sosyal demokrat denilen kesimdeki yansıması adeta 2002’den önce sorun yokmuş gibi bir algı dışavurumu iken sosyalist kampta da adeta 1950’lerden itibaren ABD sermayesi ile kurulan bir bağ üzerinden gidilmekte. Oysa 1923-1950 dönemi de yukarıda kısa bir şekilde değindiğim baskıcı, totaliter, anti-demokratik, dönemin İtalya ve İspanya pratiklerine paralel uygulamalar içeren bir dönem. Despotik, faşizan, baskıcı rejimlerin ilerici görünen adımlarının tüm bir toplumun yaşamını ipotek altına alabileceği gerçeği görmezden gelinmekte. Bunun üzerine kurulan bir sosyalist anlayış, soyut, tek-yanlı ve toplumsal diyalektiği örseleyen bir yapıya sahiptir.
Tarih, doğa bilimleri, sosyal ve beşerî bilimler bir anlamda vazgeçilmezlerimiz olsa gerek. Cumhuriyet döneminin ilk on yıllarında yapılanları bir yandan geçiştirmeye çalışırken diğer yandan da hem de o geçiştirmeler üzerinden rejimi aklama yarışına ulusalcı sosyal demokrasinin yanında katılmak içinde bulunduğumuz zamanın yenilgisini göstermek ötesinde geleceğin de hegemonyaya ipoteklenmesi anlamına gelmekte. Bugünün genç insanları artık 1990’ları da tarih olarak görüyor ve bu gayet anlaşılabilir bir durum. Ancak, kendisini sosyalist/komünist olarak tanımlayan kişi ve kurumların tarihi egemen söylemin buyruğundan kurtarılmış bir biçimde anlatma gibi bir yükümlülükleri olmalı. Bu iş sadece Barış Ünlü, İsmail Beşikçi, Fikret Başkaya, Ayşe Hür, Taner Akçam gibi isimlerin o kadar değerli çalışmalarına rağmen dar zeminde kalması gereken değil kapsamlı, katılımcı, katılmak için sürekli eğitim sürecine tabi olan geniş kitlelerin ortak çabası olmalı (idi).
Öte yandan TKP, TİP gibi siyasi partiler bu çabalardan imtina etmek bir yana, nesnel anlamda bu çabalara karşı çıkan bir pozisyon almaktalar. TİP’in elbette bazı farkları var TKP’ye göre ancak bazen utangaç bazen açıktan tabir caizse hem nalına hem mıhına tespitler ile kitlelerin sosyalist bilinçten uzak, popülist, düzen içinde alternatif görünümlü başka bir düzeni savunan şekilde gelişmekten öteye geçemeyeceği bir durum ortaya çıkabilir sadece. Bahsi geçen partiler, toplumsal diyalektiğin tıkanıklığında tıkaç rolü üstlenmektedirler. Bu tür sol partiler Batı Marksizmi temelli legal siyaset yapsalar hem kendileri hem de toplumsal dönüşüm anlamında daha çok yol kat edebilirlerdi belki de. Hiç olmazsa demokrasi-cumhuriyet ayrımını daha iyi idrak edebilir, cumhuriyet isminin faşizm ile yönetilmeyi kapsayabildiğini hem anlar hem de buna karşı çıkma hususunda katkı sağlayabilirlerdi.
Toplumsal diyalektik
Türkiye’de toplumsal diyalektik laik/seküler – kutsal/muhafazakâr şeklinde tanımlanabilecek bir kutbun iki ucu arasında ve sınırsız olasılıkların oluşları ile süregidiyor. Cumhuriyetin kuruluşundan beri mevcut akış bu minvalde. Dikkat edilirse diyalektiğe tabi sosyal ve düşünsel/pratik salınımda ‘Öteki’ yok. Haliyle Kürt, kadın gibi sorunlar ya o iki uçtan birisinin alt-kategorisi ya da tamamen dışında yer alıyor ve ana salınıma tabi kılınıyor. Söz gelimi Kürt sorunu sanki ya laik/seküler kampın ya da muhafazakâr kampın çözeceği bir sorun halinde. Ne Kürdün ne dediğine bakılıyor ne de Kürt esas bir bileşen. Kürt siyasi oluşumlarının bu diyalektiğe tabi kutupları olumsuzlayarak yeni bir süreç açma girişimine önemli bir uğrak noktası olarak bakıyorum. Zira adına Kürt sorunu denilen ancak gerçekte başka bir ulusun toprak ve varlıklarına el konmasını tam da bu eylemlerin faillerinin çözecek olma iddiası bu paradoksu teşkil ediyor.
Günümüzün politik alanlarında en büyük sorunlardan birisi bu demokrasi-faşizm arasındaki diyalektiktir, salınımdır. Bunun olumsuzlanması için ‘ne o ne bu’ diyen bir siyasete ihtiyaç varken mevcut rejimi sahiplenmek sosyalist değil, mevcudun korunması adına sosyalizmin ve özgürleşmenin önüne set çekmektir. Başka bir deyişle, toplumsal diyalektiğin tıkanmış olmasında bu tür sol partilerin esaslı bir rolü mevcuttur.
Sonuç niyetine
Materyalist diyalektik, hayatın kendisidir bir bakıma zira kavram hakikat ile örtüştükçe gerçeklik ve anlam kazanır. Siyasi tıkanmışlıklarına, dillerinden düşürmedikleri sınıf kavramına rağmen sol hareketlerin sınıftan ve Öteki’lerden kopuk, yarı-akademik, yarı-kültürel Marksist bir alana hapsolmaları kaçınılmaz olacaktır. Çok eleştirsem de hakkını teslim etmem gereken bir katkısı vardır Foucault’nun: entelektüelin görevi araç sunmaktır. Bu araç sunmak ‘alın bunu okuyun ve uygulayın’ demek değildir. Araç sunmak için ezilenlerin mücadelesinin izlenmesi ve onların yaptıkları üzerinden onlarla paylaşım yapmak gerekmektedir. Ulusal sorunlara bakış da böyledir; adına konuşulan ulusun kendi içkinliğinden hareket edilmelidir, ‘dışarıdan’ müdahale Marksizmin özüne en baştan aykırı bir dışsallık içerir. Mao’nun önce öğrenci sonra öğretmen olmaktan kastı bu olsa gerek. Bizim sol kesim halktan değil kendi üstatlarından öğrenip her yenilenen jenerasyonda aynı şeyleri değişik bir şey bulmuş gibi tekrar ettiğinin farkına varırsa belki en başta kendisi için hayırlı bir teorik ve pratik zemine kapı açılabilir. Hayatının hemen her alanında zorluk yaşayanlara bu tür Türk usulü sosyalizmin söyleyeceği bir şey olmaması bir yana, aslında o insanlardan ve onların yaşamlarından, mücadelelerinden öğreneceği çok şey olduğunu ortaya koymak gerekiyor. Bu bir moral ethos’u da kapsamaktadır.
Bitirirken; belirtmeye gerek var mı bilmiyorum ancak yazdıklarım Türk sosyalist hareketinin ‘bazı’ kesimlerini kapsamaktadır; tümünü değil. Çokluk ve çoğulculuktan yana olmak bunu yine de belirtmeyi gerekli kıldı.
Cumhuriyet savunusu adı altında despotizm, faşizm savunusu yapma durumuna düşenlere ve Kürtler ile diğer uluslara kendince hala bir otorite/ağabey/abla pozisyonları almaya çalışanlaradır sözüm. Materyalist diyalektiği hala yaşamın kendisi ve yeni bir yaşam olarak algılayamayanlara da.