Geçtiğimiz hafta konu üzerinde yeteri kadar durulmadı. Durulsaydı, ıslamaya yatırılmış kuru fasulye taneleri olarak, şişer şişer kabımızın dışına taşardık. Mutfak tezgahının üstü birbirinin üstüne çıkarak kalabalıklaşan öbeklere dönüşürdü. Bir bezle silmeye çalışmak nafile olurdu. Bir kere çıktın mı mutfak tezgahına, geri dönen bizden olmazdı. Bizi kimse geldiğimiz yere sokamazdı. Pişen, ölsün.
Konu ne mi? Konu, muhtelif. Bir tanesi Kraliçe Viktorya. Sen tut, ıskartaya çıkmış “Cesur” isimli geminin kerestelerinden yontturduğun süslü püslü çalışma masasını Amerika imparatorluğu başkanına hediye diye gönder. Olay 1880’de geçiyor ama olsun, bugün oval ofiste hala o masa var. Böyle hediye mi olur?
Konulardan bir diğeri Roosevelt, ardından Nixon derken baba Bush. Afrika’nın muhtelif diktatörleri bu ağabeylere çam sakızı çoban armağanı diye birine aslan, birine panda, birine zebra göndermişler. Ne ayıp. Saray’ın bahçesinde bakılası hayvanlar olamayacağına karar verilmiş (danışmanlardan birini mi yemiş, ne…) , hepsini doğruca hayvanat bahçesine kayıt ettirmişler. Ne anladım bu hediyeden? Bir başkası, ülkesi açlıktan kırılırken kendisi de gut hastasıyken tutmuş, Bush’a 136 kilogram işlenmemiş kuzu eti göndermiş. Bush ve sülalesi Teksaslı olduklarından ete meraklıdır. Yemişler, tabii. Doyunca herhalde, “Çözülmesini bekleyeydik daha yumuşak olurdu” demişlerdir. Ne biçim hediye, değil mi…
Bir başkası; hani John F. Kennedy’nin öldürülmesinde bal gibi parmağı olduğu ortaya çıkan imparatorluk başkanı Lyndon B. Johnson. O da hediye kabul edenlerden. Dönemin İngiliz başbakanı tutmuş kendisine Burberry marka bir kaban hediye etmiş. Başbakan ve beraberindekiler haydi bize müsaade deyip kalktıktan, koridora çıktıktan, ana kapıdan geçirildikten sonra kabanı üstüne giyen Johnson, bir bakmış kabanın kolları fena halde kısa. Danışmanlarından birine, “Aman al şunu, başbakana yetiştir” demiş. Danışman yanında gizli servis elemanları olduğu halde bir koşu tutturmuşlar (dikkat isterim, o zaman cep telefonu filan yok) koridorları geçmişler, ana kapıdan fırlamışlar, bir ıslık bir patırtı. İngiliz başbakanın arabası beyaz demir bahçe kapısının önündeyken yakalamışlar. Camdan kabanı uzatırken, “Siz bunun ikslarç olanını alırsanız çok makbule geçer”, demişler. Heves mi kalır, insanda. Bu da ne biçim hediye.
Hediye dediğin tonlarca ağırlıkta olur. İçinde kabanlarını asacağın giysi dolapların, sadece 136 kilo et değil yanında eksantrik meyve, sebzelerin servis edileceği yanarlı dönerli mutfakların, “kendimi iyi hissetmiyorum” dediğinde uğrayabileceğin bir ameliyathanen, üstünde sana ait logosu olan perdelerin, çarşafların, yastık kılıfların, yatak odaların, toplantı odaların, dedikodu koltukların, kurumsal kokun vs. tüm bunları da içine alan büyüklükte bir hediye olması doğru olur. Tehlike anında suda batmayacak minderlerin, emniyet kemerlerin, yatağının başucunda Kur’an’ın olur. Hepsi o tonlarca ağırlığın içinde olur. Hediye dediğin tonlarca ağırlıkta olur.
Bu hediyenin içinde ne olmaz… Aklıma gelen bir iki ufak şey var. Bir kere yataklarında tahta kurusu olmaz (Eski gazeteci, yazar Hüseyin Cahit Yalçın demiş ki, “Tahta kurusu kelimesi Abdülhamid zamanında yasaklı bir kelimeydi. Bunun nedeni “tahtın kurusun” bedduasıyla bir ses benzerliği olmasındandı”). Tonlarca ağırlıktaki hediyenin içinde olmayanları saymaya devam edersek; yağmurda, rüzgârda ıslanarak, üşüyerek, hasta olarak araç beklemek olmaz. İşçi tutulumu olmaz, hem ne alaka… Kask olmaz. Ölüm olmaz.
Karanlık zamanlarda tarihi yarıp geçecek olanlar en alttakilerle görünmeyenlerdir.
Fasulyeyim. Şiştim. Gaz yaptım.