Ertuğrul Kürkçü
Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) geçtiğimiz yıl 27 Eylül’de yayınladığı “Adalete, Demokrasiye, Barışa Çağrı Deklarasyonu”nun demokratik ve toplumsal muhalefet güçleri arasında nasıl bir sempati, iyimserlik ve güven dalgası doğurduğu ve ima ettiği bütün politik olasılıklarla birlikte bu çıkışın partinin bir toplumsal-politik güç odağı olarak nasıl yeniden temayüz ettiği hatırlarda olmalı.
HDP, Eş Başkanların ağzından açıkladığı deklarasyonla önümüzdeki seçimlere “Demokrasi İttifakı” şiarıyla yürüdüğünü ve “halklar ve barış ittifakı, kadın dayanışması ve ittifakı, ekoloji ittifakı anlayışı temelinde, toplumsal ve siyasal muhalefet, emek, kadın ve gençlik hareketleri ile en geniş birlikteliği ve ortak mücadele zeminini büyütme […] kararlılığında” olduğunu ve “bunun dışında herhangi bir ittifak içinde yer alma arayışı[nın]” olmadığını duyurmuştu.
HDP, öte yandan, bu deklarasyonda “yaşadığımız çoklu krizin ve çözümsüzlüğün başlıca kaynağı olan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni ve bu sistemi besleyen yapıları değiştirme” iradesini yeniden vurgulamış ve amacını hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak bir netlikte ifade etmişti: “Amacımız, bütün kuvvetleri ve nihai karar yetkisini tek adamda birleştiren bu otoriter ve tekçi sistemin yerine güçlü demokrasinin, çoğulcu demokratik sistemin tesis edilmesini sağlamaktır.”
Deklarasyonun yayınlandığı dönemde yol açtığı büyük iyimserliğin en önemli nedeni -büyük olasılıkla- “herhangi bir ittifak içinde yer alma arayışı”nda olmamakla birlikte, “Cumhurbaşkanlığı seçiminde ilkesel buluşmaların gerçekleşmesi[nin], HDP seçmenlerinin ülkenin geleceğinde anahtar bir role sahip olmaları nedeniyle güncel” olduğuna yönelik vurgusuydu.
Deklarasyonun yayınlanmasının üzerinden bir yıla yakın bir zaman geçti. Muhalefet dinamikleri cephesinde güç dizilişi ve siyasal-psikolojik iklimi etkileyen faktörler açısından kimi değişiklikler oldu. Gelecek ay TBMM açılıp “açık siyaset” alanı hareketlenmeden, bu değişiklikleri “üçüncü kutup” açısından anlamlandırmakta yarar var.
Bunların başında, Millet ve Cumhur ittifakları, daha doğrusu iktidar ve iktidar dışı/karşıtı dinamikler arasındaki güç dengesinin iktidar bloku aleyhine -konvansiyonel yollardan- geri döndürülmesi neredeyse olanaksızca değişmeye devam etmesi geliyor. Bununla birlikte -iki hafta önce işaret ettiğim gibi- en az bunun kadar belirgin olan bir başka eğilim de seçmenin -ya da nüfusun- yüzde yirmisine yakın bir bölümünün bu iki restorasyon dinamiğinin ötesinde kümelenmeyi sürdürüyor olması.
Ne var ki, bu gidişatın, “tek adam rejimine son verme” hedefiyle hareket eden bütün güçlerce aynı biçimde tercüme edildiği kuşkulu. Millet İttifakı’nın yörüngesindeki “altılı masa”dan yükselen seslere bakılırsa, iktidar blokundaki çözülme, muhalefet açısından artık, rejimin kilidini açacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimleri için Cumhur İttifakı dışındaki bütün güçlerin rızasını bir araya getirmeyi eskisi kadar önemli kılmıyor. Daha kaba bir ifadeyle, yeni oluşan güç dengesinde, HDP seçmeni Kürtler sandığa gitmeseler ya da oy vermeseler bile Erdoğan’ın karşısındaki en güçlü adayın kazanabileceği fikri muhalefet kampında giderek güçleniyor.
Son otuz yılın siyasal deneyimine vakıf hiç kimsenin bu aldatıcı ve gerçekleştiğinde yıkıcı sonuçlara yol açacak “fikri” aklından bile geçirmemesi beklenirdi. Bir an için anket şirketlerinin öngörü ve tespitlerinde hiçbir kusur olmadığını kabullensek ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri tam onların öngördüğü biçimde sonuçlansa bile, Kürt Sorunu ve savaş konusunda “son teröristin de öldürülmesi” dışında bir önerisi olmayan bir iktidar ortağıyla doğacak yeni rejim, Kürtlere önceki “parlamenter” hükümetlerin güvenlikçi çözümlerinden ve Türkiye’ye savaştan başka ne sunabilecektir?
Ama, aymazlık süregidiyor ve bu aymazlığın dolaysız sonuçlarından biri Kürtlerin talep ve sorunlarının muhalefet söylemi içindeki payının giderek düşmeye başlamış olması. Kürtlerin canını yakan, Kürt gündeminde yankılanan zulüm, şiddet ve haksızlıklar muhalefetin siyasal gündeminde hiçbir şekilde yer almıyor. Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’ta gündelik tempoda süreğen bir cinayet halinde devam eden SİHA saldırılarıyla “güvenlik kuşağı” açma çabaları hiçbir muhalefetle karşılaşmıyor. Çünkü onlar oy vermese de “Millet İttifakı” kazanıyor. Bu aymazlığın önümüzdeki altı ay içinde muhalefet kampını sarması halinde, Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin kendi geleceklerine ilgi duymayanların geleceğiyle ilgilenmesini beklemek yalnızca idrak kaybı olurdu.
Sorumluluk HDP’nin omuzlarındadır. 27 Eylül 2021 deklarasyonunda ilan ettiği gibi, muhalefet zeminlerini aşağıdan “halklar ve barış ittifakı, kadın dayanışması ve ittifakı, ekoloji ittifakı anlayışı temelinde, toplumsal ve siyasal muhalefet, emek, kadın ve gençlik hareketleri ile en geniş birlikteliği ve ortak mücadele zeminini büyütme […] kararlılığı”yla kuşatarak, muhalefetin daldığı hayallerden kurtulmasını sağlamak, bu hayallere dalmış olanların değil HDP’nin görevidir.
Rejimin faşizme doludizgin gidişini durdurmak ve genel kurtuluşun zeminini oluşturacak bir demokratik dönüşüm için dolaylı dolaysız bütün kuvvetlerin olması gerektiği gibi hareket etmelerini sağlamak HDP’nin sorumluluğundadır -bu kuvvetler kendilerinin, hasımlarının ve demokrasi dinamiklerinin değeri ve gücü konusunda ne kadar yanılırlarsa -HDP’ye, ifade ettiği gücün anlaşılması için o ölçüde çaba harcamak düşer.
Bunun için HDP’nin yürüyüşünü, geçtiğimiz yıl vaat ettiği genişlik ve tempoya yükseltmek ve demokratik muhalefetin önüne atılmaktan başka bir şey yapması gerekmiyor.