Neredeyse 50 yıldır siyasetin içindeyim. Devrimci biri olarak yola çıktığımda ülkeyi silahlı mücadeleyle kurtarmayı programına koymuş bir partinin üyesiydim. Devrimi o kadar yakın görüyordum ki, “önce ülkemizi kurtaralım; sonra yeterince hekim yetiştiririz” mantığıyla tıp eğitiminden ayrılmıştım. Ancak 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası, devrimci örgütleri bir silindir gibi ezerken, benim payıma da 12.5 yıl hapis cezası düştü. 10 yıl kadar cezaevinde kaldıktan sonra, mesleğime -gazeteciliğe- kaldığım yerden devam ediyorum.
Eskiden siyaset çok kolaydı, çok basitti. Burjuvazinin parlamentosuna girmek bizim için bir amaç-hedef olamazdı. Nitekim devrimci örgütlerin hemen hemen hepsi, bu anlayışla seçimleri boykot ederdi. Bu çağrımıza halkımızın önemli bir bölümü de icabet ederdi. Yani zaten sandığa gitmekten her zaman imtina eden halkımızın yüzde 30’lardan aşağı düşmeyen önemli bir bölümünün bizim çağrımıza uyduğunu düşünürdük. Gerçi iktidara sağcı ya da sözüm ona sosyal demokrat kim gelirse gelsin; durum onlar için değişmiyordu gerçekten.
Ah, o zamanlar her şey daha kolaydı! Evet, seçimlere bigane kalmazdık ama boykot çağrılarımızla, burjuva düzenin deşifre edilmesi için seçimler güzel bir fırsattı. Ama gazetelerimiz, bildirilerimiz ve duvar yazılarımızla halkımıza seslenir ve kenara çekilirdik. Halkımızın sandığa gitmeyen yüzde 30 ila 40’lık bir potansiyeli ile mutlu-mesut yaşardık(!)
Ne olduysa, 12 Eylül faşist rejiminden çıkış sonrası oldu. Biz Türkiyeli devrimcilerin Kürt Özgürlük Hareketi’yle birlikte mücadele vermesi anlayışı ve isteği kırlardan şehirlere kadar ulaştı. Kürt halkı, parlamentoda kendi iradesi-kimliğiyle temsil arayışına girdi. Halkın Emek Partisi (HEP) kuruldu. Parlamentoya girdi. HEP, grup kuramasa da, legal faaliyetin yankısı umulduğundan bile fazla ve güzel oldu. Rejim HEP’i ve ardından kurulan böylesi partileri peş peşe kapatsa da, parlamentoda olmanın tadı alınmıştı artık.
Bizler de boykotu falan bıraktık. Kurulan legal partilere üye olduk; yönetime gelenlerimiz oldu. Seçim kampanyalarında yer aldık. Hatta -inanılacak bir şey değil ama- sandığa gidip oy bile attık. HEP-DEP geleneği, önce parlamentoya girdi. Sonra bağımsız adaylarla parlamentoda grup kurmayı başardı. Sonra da yüzde 10’luk seçim barajı aşıldı. Kazanılan tüm bu başarılar, parlamentodaki diğer partilere verilen hakların da elde edilmesini sağladı.
Örneğin Siyasi Partiler Yasası, parlamentoda grubu olan ve belli bir oy oranını geçmiş partilere, siyasi faaliyetlerinde zorlanmasın ve bu yüzden yolsuzluklara falan bulaşmasın diye, her yıl Hazine’den (yani bizim doğrudan ve dolaylı vergilerimizle oluşan bütçeden) bir miktar para verilmesini hükme bağlamış durumda. Her partiye verilen Hazine yardımı, söz konusu partinin aldığı oy ve kazandığı vekil sayısına göre belirleniyor. O yıl seçim varsa, buna seçim faaliyetlerinde kullanılmak üzere bir miktar para daha ekleniyor.
Anayasa Mahkemesi, HDP hakkındaki kapatma davasında para cezası da çıkabilir diye, işte bu paraya bloke koydu. Yani aslında HDP’nin seçimlerde aldığı oy oranıyla hak ettiği paraya el koymuş oldu. Dahası bu kararla, ben partiyi kapatmayı düşünüyorum, demiş oldu. Partinin kapatılması kararı çıkıncaya kadar yapacağı faaliyetlerde kullanabileceği paraya el koydu! Seçimlere hazırlanırken, HDP’yi daha zayıf hale düşürmek istedi.
Şimdi HDP seçimlerde ihtiyacı olan parayı toparlamak için bir kampanya başlatmış bulunuyor. HDP seçmenleri olarak bu kampanyaya hepimiz ikirciksiz omuz vereceğiz ama AYM’nin bloke kararının ne denli haksız ve hatta ‘düşmanca’ olduğunu unutmadan…