Bir sohbet sırasında söz yazmak konusuna geldiğinde bir yazar arkadaş, güncel gelişmelerin de etkisiyle olacak, ‘Savaşı yazmak kolay aslında, zor olan barışı yazmak’ gibisinden bir çıkarsama yaptı… Bir tarih yazıcılığından değil edebiyattan söz ediliyordu. Bir an düşündüm… Patlayan bombaları, can alan silahları, sönen ocakları, giden canları, kalan sağları yazmak gerçekten kolay mıydı? Sanmıyorum. İzlek ne olursa olsun yazmak yakıcı bir durumdur hep zaten. Yazarken yazanı yakmayan, vurmayan bir yapıtın etkili olamayacağını düşünmüşümdür hep. Ancak bu sayede bir yazarın, okuyucusunun duyargalarını ayaklandırabileceğine inanırım.
Tarih bilimi, savaşlarda insana çıkarılan hesabı tutmaz, not düşmekle yetinir. İnsana dair çığlığın sesini yansıtmak daha çok sanatın işidir. Sanat-edebiyat insanının ‘kötü’ye karşı tavrını, tüm açıklığıyla kavramsallaştırılmış olarak ilk Homeros’un kaleminden okumuş olsak da, bu tavır çok daha eskilere uzanıyor olmalı. Sanatın kendindeki güçü savaşı yazmaya yetti. Bu izlekte yazılmış yapıtlar dünya klasikleri arasında yerini aldı. Bu yapıtlarda izlek savaş gibi görünse de; içten içe barış imgesini vurgulanıyordu. Epiklere dayanan eski ürünlerde savaş; çarpıcı, büyüleyici bir nitelik taşısa da bu yaklaşım insanlığın gelişimine paralel olarak yerini barıştan yana bir imgeye bırakmıştır. Bu noktada sanatın ve sanatçının sorunsalı barıştan yana bir duruş göstermek olmuştur ve artık hangi dilde,hangi dalda yapılırsa yapılsın sanat, özü gereği barışçıdır. Her türlü zorbalığın ve zulmün karşısına ‘insan’ı ve insani olan’ı koymaktadır.
Sanatsal yapıt bir anlamda sanatçının izlenimlerini, yaşantısını ve duygularını yansıtmaktır. Yansıtılan şey sanatçının ruhsal ve kültürel potasında eritildikten sonra ortaya çıkar. Teknik ve biçime yönelik farklılıklar işin özünü değiştirmez. Yazmak; kişisel bir eylem olarak ele alındığında çok farklı gerekçelere dayanır. Kimi, biriktirdiklerini, artık taşıyamayacaklarını kağıda dökerek rahatlamak, kimi bir zamana ve ana kayıt düşmek ya da benzeri bir gerekçeyle yazar. Bazılarına göre yazmak var olmak anlamına gelir. Bu bir yaşama biçimine dönüşmüştür artık. Kimi yazarlar yazmak eylemini ‘yazarın kendi kendisini tüketmesi’ olarak görür. Dahası kimi yazarlar yazmayı bir intihar eylemi olarak değerlendirirler. Böylesi bir yaklaşım ‘yazmak çoğalmaktır’ diyen yazarı görmezlikten gelmemizi gerektirmez. Sartre; “İnsanın kendisi için yazması diye bir şey yoktur. Böyle bir şey tam bir bozgun olurdu” diyor ve ekliyor: “İnsan duygularını kağıt üstüne dökmekle, onlarca cansız bir uzantı sağlayabilir belki. Eğer yazar tek başına yaşasaydı, istediği kadar yazsın, yapıt hiçbir zaman bir nesne gibi ortaya çıkmayacak ve yazarın ya kalemi bırakması ya da umutsuzluğa kapılması gerekecekti. Ama yazma işleminin karşısında bir bağlaşık terim, yani okuma işlemi vardır.” Borges bu yaklaşımı pekiştirir gibidir: “Adasında yalnız yaşayan Robinson olsaydım yazmazdım” diyor. Borges; “niçin yazıyorsunuz” sorusunu; “Ben acil bir soruna, bir iç gerekliliğe cevap vermek için yazarım” diye yanıtlar. İlginçtir, Jorce Amado da hemen hemen aynı cümleyle karşılık verir böyle bir soruya. Ancak bu iki yazar aynı ağızdan çıkmışçasına yanıtlarına karşın kimler için yazdıkları konusunda farklı yaklaşımlar gösterirler. Borges, bir kitle için değil, yalnızca gerekli olduğunu hissettiği için yazdığını belirtir. Amado ise halk için, ülkesinin gerçekliğini değiştirmeye yardımcı olmak için yazdığını söyler.
Şöyle ya da böyle; yazmak konusunda yazarların ortak paydası, yaşamak ve yazmak arasında bir ayrım yapmamalarıdır. Bize ne kadar ters gelse de hiçbir yazarın yazma gerekçelerini yok sayma lüksüne sahip değiliz. Her gerekçe bir gerçekliğin yansımasıdır ve asla saçma değildir.