Türkiye’de göçmen işçilik ‘mültecilik-sığınmacılık’ kapsamında ve çok kısa bir sürede kitlesel bir biçimde, bölgesel savaşla birlikte gerçekleşti ve bu anlamda örgütlenme açısından daha zorlu bir süreç bizleri bekliyor
M. Ender Öndeş
Genç işsizliğinin yüzde 20’lerden aşağı düşmediği, buna karşın sendikal örgütlülüğün yüzde 15’i geçmediği Türkiye’de her işçi her sabah işe değil savaşa gidermiş gibi evden çıkıyor. Her gün ajanslara OSB’lerden, inşaatlardan, fabrikalardan yeni iş cinayeti haberleri akıyor. Yılın ilk üç ayında 425 ölümden söz ediliyor; AKP dönemi boyunca çalışırken katledilenler ise 32 binden fazla; ama kimse bu sayılardan emin olamıyor. Soma, İliç gibi toplu katliamların da ötesi var çünkü. Güvencesizlerin dünyasına ne resmi kurumlar yaklaşıyor, ne de klasik sendikalar. Bu konuda en çok çaba gösteren kurumlardan İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) Genel Koordinatörü Murat Çakır’la İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Haftası vesilesiyle bu seri cinayetler ortamını konuştuk.
* Emek sayfası editörü olarak her sabah en az bir-iki iş cinayeti haberi giriyorum sayfaya ama bu sayı gerçekçi değil sanırım. Kısaca genel bir tablo çizdiğimizde, işçi sağlığı ve iş güvenliği açısından ne durumdayız?
İşçi sağlığı ve iş güvenliği oldukça kapsamlı bir alan. ‘Ancak görünür kılan işçi ölümleri ya da Türkiye’de 50 yıldır adlandırıldığı terimle iş cinayetleri.’ İSİG Meclisi olarak her gün 5-6 iş cinayetini kayıt altına alıyoruz. Tabii her bir ölüme karşılık yüzlerce yaralanma oluyor. Bunların içinde uzuv kayıplarından ağır yaralanmalara ve hastalıklara kadar olan yelpaze haber dahi olamıyor. İş cinayetlerinin bu kadar yoğunlaşmasının sebebi artık bir işçi ülkesi olmamız. 1950 ve 60’lı yıllardan sonraki sanayileşme-şehirleşme politikaları daha formel çalışma koşullarında gerçekleşti. Buna rağmen 60’lı yıllardan itibaren iş cinayetlerine karşı eylemleri ve İSİG mücadelesini görüyoruz. Ancak 12 Eylül sonrası güvencesizleştirme temelinde hayata geçirilen neoliberal politikalar bugün artık 30 milyona varan yeni bir işçi sınıfı oluşturdu. Şu an konuştuğumuz bu durumun bir sonucu.
* İş cinayetleri şüphesiz AKP ile başlamadı ama AKP döneminin özel bir ayırt edici yanı var mı?
Esasen Özal dönemi ile birlikte neoliberal politikalar hayata geçirilmeye başlandı. Ancak gerek 89 Bahar eylemleri gerek güçlü bir sol geleneğe sahip olmamız bu politikaların hayata geçirilmesini durduramasa bile oldukça yavaşlattı. Ancak AKP dönemi neoliberal politikaların tamamen egemen olduğu ve özellikle 2008 sonrası sonuçlarının bizzat yaşandığı bir dönem oldu.
* Sorun denetim ve ceza kısmında mı? Yani yüz kişi ölse kendisine bir şey olmayacağını bilen bir patron ve patrona bir şey olmadığını deneyimiyle bilen bir işçi profili var. Tam da burada cinayetleri besleyen şey, işsizlik değil mi?
4857 sayılı İş Yasası şu an için sermaye tarafından yeterli görülmese bile 2003 yılında ilk çıktığında evvelki yasaya göre güvencesizliği getiren bir çerçeve oluşturdu. Taşeron çalıştırma, esneklik vs. bu yasa ile geldi. İSİG alanından baktığımızda ise 2013 yılından itibaren uygulanan 6331 Sayılı Yasa işçi lehine olmayan, alanı piyasalaştıran bir özellik taşıyor. Bu anlamda iş yasası ve işçi sağlığı yasasının da yeniden hazırlanmasını talep etmek lazım. Diğer yandan ceza hukuku açısından bakınca da özünde ana karar vericinin yani patronun ceza alması lazım. Ancak tüm bu kanunlar ve ‘siyasal güç dengeleri’ne bakınca sorun işçinin hatasına, ceza da gözetmenlik yapan amirinin eksikliğine veya iş güvenliği uzmanına kesiliyor. Diğer yandan da tabii ki açlık karşısında her türlü çalışma koşuluna razı olan bir işçi kitlesi var. Burada denetim ve ceza kısmında sorun var elbet ve yeniden yapılanması lazım. Ancak ana sorun işçilerin örgütsüzlüğü. Zira ‘işçilerin ölümünü işçilerin örgütlülüğü engelleyebilir.’
* Aynı sorunun devamı olarak, MESEM çok eleştiriliyor ama sanki ailelerin yoksulluğunu pek görmüyoruz. Yani yoksul aileler çocuklarının eve erken gelir getirmesini istiyor. Bu bir çıkmaz sokak gibi sanki.
Esasen çocuk işçiliğinin ve ölümlerinin ana kitlesi tarım alanında. MESEM’i bu kadar ön plana çıkaran çocuk işçiliğini mesleki eğitim adıyla pazarlayarak ‘bir gün okulda dört gün işyerinde’ diyerek ‘öğrenci’ adıyla kitleselleştirmesi, eğitim ile sanayiyi iç içe geçirmesi (her işkoluna dönük MESEM faaliyetleri ve OSB’lerin içine taşınan meslek liseleri) ve böylece çocukların devlet eliyle ucuz işgücü olarak işgücü pazarına fırlatılmasıdır. Bu durum özellikle mevsimlik tarımda sıkça meydana gelen çocuk işçi ölümlerini şehir içine taşımakta ve görünür kılmaktadır. MESEM’li çocuklar 81 şehirde 922 ilçededir, her ailenin bir üyesidir ya da tanıdığımız bir çocuktur. MESEM’lerde yoğunlaşan çocuk işçiliğin nesnel zeminini ‘yoksulluk’ oluşturuyor. Türkiye’de zaten binlerce çocuk aileleri geçinemediği için çalışmak zorundaydı. Bazen yazın çırak olarak bazen okul sonrası atölyeye giderek bazen de okulu bırakarak çalışıyorlardı. Pandemi ve 2021 Eylül ayından itibaren derinleştirilen yoksullaştırma politikaları ile Türkiye’de her yaştan insan hızla ücretliler ordusuna katıldı. Doğal olarak maddi durumu kötü olan ailelerden çocuklar MESEM tercihinde (zorunluluğunda) bulundu. Böylece bir yandan okuyup diğer yandan çalışıp diploma, kalfalık ve ustalık belgesi alma imkânları var. Ancak bu çocuklara sunulan gelecek organize sanayi bölgelerinde, gıda, metal, kimya gibi sektörlerde ara eleman olma ya da hizmet sektörü çalışanı olmak. Diğer yandan sağlıklarını, çocukluklarını ve gençliklerini işyerlerinde bırakacaklar. Bu anlamda bu çıkmazı çözmenin yolu ‘köklü’ toplumsal değişikliklerden geçiyor.
* Bu arada, ‘hastalıklar’ konusu, ‘yavaş ölüm’ yarattığı için arada kaynıyor gibi. Silikozis meselesi durulmuş gibi görünüyor ama aslında tozlu işlerin tümünde aynı risk var. ‘Hemen öldürmeyen’ başka sorunlar da var.
Buradaki sorun esas olarak meslek hastalıklarının görünür olamaması ve neden-sonuç bağının kurulamaması sorunudur. Örneğin silikozis, birçok işkolunda görülen ve yaygın bir hastalıktır. Ancak kot kumlamada silikozis, hızla ilerleyen ve öldüren özelliği ile ‘görünür’ oldu. Çalışmaya gelen işçi öbeklerinin (örneğin Karlıovalıların) olması da hastalık sürecini gözler önüne serdi. Diş teknisyenlerindeki silikozis nedenli ölümlerde de kısmen benzer bir durumu gördük. Ancak bu sürecin görünür kılınması için emek verenler olmasa yine geri planda kalabilirdi. Meslek hastalıkları genelde süründüren ve bazıları uzun vadede öldüren bir özelliğe sahip. Örneğin bel fıtığı gibi nedenler çalışmanızı kısıtlasa da bir yandan işe bağlı olduğunu ispat edemiyorsunuz, diğer yandan işsiz kalıyorsunuz ve süreç uzun olduğu için yalnız kalıyorsunuz. Birçok hastalığa maruz kalan arkadaşlarımız bu yüzden hastalıklarını gizliyor. Diğer yandan meslek hastalıkları hastaneleri ve şimdi yetki verilen hastanelerdeki ilgili birimler meslek hastalığı tanısı koysa da Ankara’dan onay gelmediği için yasal tanı alma süreçleri tamamlanamıyor. Yine Türkiye’de birçok işçi mesleki kanserden ölüyor ama bunun uzun sürece yayılması, birçok iş değiştirme, emeklilik sürecinde açığa çıkması gibi birçok nedenden ve takip-tanı sistemi işlemediğinden dolayı bilinmiyor. Yoksa ‘her yüz işçi ölümünün ortalama 86’sı meslek hastalığı kaynaklı’.
* Asıl felaket örgütsüz ya da sarı-örgütlü kesimde yaşanıyor sanırım. Resmi sendikalar, Türkiye’de düzenli aidat alamayacakları güvencesiz milyonlara yaklaşmıyor bile. Bu durum, OSB’lere, atölyelere, adımını atmayan klasik sendikacılığı da cinayetlerin suç ortağı yapmıyor mu?
Sendikal hareket, genel olarak üyelerinin sorunlarıyla ilgileniyor. Ne kadar ilgilenip ilgilenmediği de ayrı bir tartışma tabii ki. Özellikle OHAL süreci ile birlikte geleneksel sendikal hareketin çekirdeği bile örgütsüzleştirildi. Yani metal, maden, kimya, enerji gibi işkollarında güvencesizlik derinleştirildi, temel yasal haklar bile yasaklandı. Aynı durum kamu çalışanları için de geçerli. Pandemi süreci ve devamında bu durum daha çıplak bir biçimde görülüyor. Bu süreç güvencesiz çalışan milyonların da sendikal hareket ile var olan bağlarını nesnel olarak da koparttı. Yani milyonlarca işçinin önünde geleneksel sendikal hareket bir örnek teşkil etmiyor. Bu da işçi kitlelerinde genel bir ‘arayış’a yol açıyor. Yeni bir sendikal merkez, inisiyatif oluşacak mı hep birlikte göreceğiz.
* Göçmenlerin durumuyla ilgili olarak herkeste bir Suriyeli fobisi var ama son zamanlarda madencilikte ve başka alanlarda simsarlar aracılığıyla ısmarlama olarak kitlesel Afgan, vb. gelişleri var. Irkçı olmayan göçmen işçi politikası artık gerekli değil mi?
Göçmen işçi talep eden ülkelerde bile (Güney Kore gibi) göçmenlerin örgütlenmesi uzun yıllara dayalı olarak hayata geçti ve hâlâ çok zayıf. Oysa Türkiye’de göçmen işçilik ‘mültecilik-sığınmacılık’ kapsamında ve çok kısa bir sürede kitlesel bir biçimde (bölgesel savaşa dayalı) gerçekleşti ve bu anlamda daha zorlu bir süreç bizleri bekliyor. Yani emperyalist savaşlar, bölgesel askeri müdahaleler ve sömürge politikaları coğrafyaları yeniden şekillendirirken küresel ölçekte nüfus hareketliliğini hızlandırıyor. AKP iktidarının AB ile yaptığı anlaşmalar sonucu ‘açık hava hapishanesine’ dönen Türkiye’de de işçi olan göçmenlerin sayısı hızla çoğalıyor. Türkiye’de 10 milyon civarı göçmen var. Birçoğu da güvencesiz olarak tarım, inşaat başta olmak üzere gıda, tekstil, metal gibi sanayi işkollarında çalışıyor. Bu durumun bir yansıması olarak da maruz kaldıkları iş cinayetleri artış ivmesi gösteriyor. Ülkemizde göçmenlerin yaşamsal ihtiyaçları ile ilgili dayanışma faaliyetleri gösteren çalışmalar bulunuyordu. Ancak işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında bir boşluk vardı. Bu noktada 2016 yılından itibaren düzenli olarak bir raporlama faaliyeti başlattık. Bu mütevazı adımdaki amacımız artık Türkiye’de emek kompozisyonunun önemli bir bileşeni haline gelen göçmenlerin çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve sendikal örgütlenmesi konusunda bir pratik sergilenmesi ve işçi sağlığı iş güvenliği sorunlarının gündeme alınmasıydı. Sahada da Gıda-İş, BirTek-Sen ve Göçmen Sendikası’nın attığı olumlu adımları görüyoruz ancak daha işin başındayız.
* Bu konuda İSİG ve mücadeleci sendikaların bir çabası var; İSİG artık rapor yazmaktan öte yer yer eylemler de düzenliyor ama daha büyüğü mümkün değil mi? Örneğin iş cinayetlerini konu alan bir yürüyüş/miting gibi şeyler düşünülemez mi?
İSİG Meclisi geleneksel sendikal hareketin de içinden çıkan kısmen özerk bir yapıydı. OHAL ile birlikte ama esas olarak pandemi süreciyle beraber sınıf hareketi içinde daha bağımsız bir konumlanma alabildi. Temel hareket noktası aylık raporlar ve işkolu, en zorlu çalışan işçi kesimleri vb. ile ilgili açıklamalar ve buna dayalı kısmi pratikler. Bu anlamda bizim durumumuz da sınıf hareketinin seyrinden ayrı düşünülmemeli. Yani çıkmazlarımız, krizlerimiz ya da olumluluklarımız. Birçok öneri düşünülebilir tabii ama hayat teori ile pratik arasındaki açıyı kapama iradesinde saklı…