“Hayal edin, aniden somut maddesel dünyanın (domateslerin, yağmurun, kuşların, taşların, karpuzların, balıkların, yılanbalıklarının, termitlerin, annelerin, köpeklerin, küfün, tuzlu suyun) onlar hakkında yalanlar söyleyen, içine hapsoldukları sonsuz imge ırmağına karşı isyan ettiklerini düşünün! Bütün dilsel, dijital ve resimli manipülasyonlar karşısında, özgürlüklerini ilan ettiklerini, temsil edilenlerin ayaklandığını hayal edin.”
Yazar John Berger’in İspanyol ressam Miquel Barceló’nın resimleriyle ilgili “Kavanozdaki Fırçalar adlı denemesinde geçiyor bu cümleler. Deneme, Metis’ten yayınlanan Sanatla Direniş kitabında.
Resmi yapılan, fotoğrafı çekilen, dile getirilen her şeyin temsil edilmeye itirazından söz ediyor, bir yalan olarak devşirilip kullanılmaya itirazından…
2015 Ağustosunda açlık grevlerinin, KCK tutuklamalarının sarstığı günlerde Diyarbakır’da protesto için kullanılan teflon tavalarda, sivil cumalarda yere serilen battal boy çöp torbalarında, KCK tutuklularının 3-4 yaşlarındaki çocuklarının hapishane ziyaretlerinde çıkartıp, xray cihazlarına koydukları cırt cırtlı ayakkabılarda benzer bir isyan sezilebiliyordu.
Hiçbir yazıda onların adı geçmiyordu, hiçbirinin fotoğrafları çekilmedi, tek başlarına hiçbir zaman dikkate alınmadılar. Yine de savaşın ve özlem duyulan barışın onları görmeyen, hissetmeyen bir temsili vardı. Yazılar vardı, fotoğraflar vardı, propaganda ve siyasi analizler vardı. Onların varoluşlarını dışarıda bırakan bir temsildi bu. Belki de bilinçli olarak böyleydi, çünkü bu varoluşta herkesin işitmekten korktuğu bir dil saklıydı. Dışarıda kalanların, kendi dilleriyle konuşmaya devam ettiklerini ve kullanmaktan bıkmadığımız kelimelerin bedelini henüz ödemediğimizi yazmıştım o zamanlar.
Hâlâ savaştan da barıştan da bahsederken klişelere sığınıyoruz. Mikrofonlar bize tutulurken, bildirilerimizde “Akan kanı durdurmaktan”, “masanın devrildiğinden” söz açıyoruz. Klişelerle dolu bu dil, teflon tavaların, battal boy çöp torbalarının, cırt cırtlı ayakkabıların dünyasından çok uzak. Bu dil, her şeyi bütün dehşetiyle olduğu gibi sürdürmeye yarayan gizli bir anlaşma gibi hüküm sürüyor. Hâlâ…
Akıl almaz yoksulluğun, akıl almaz acıların başıboş görüntülere, bütün varoluşun piyasaya, pazara, kâra, nehirlerin, dağların, ağaçların, duyguların, kedilerin metaya dönüştüğü devasa bir endüstri var karşımızda. Onu alaşağı etmeyi, baştan sona değiştirmeyi amaçlayan bizleri de dışarıda bırakmıyor. Planlı, ince ince akıl yormalarla, stratejilerle, reklamlarla, üniversitelerde okunan derslerle, eğitim dediğimiz, devlet dediğimiz aile dediğimiz araçlarla dünya an be an katlediliyor.
Hayat, dünya bu temsil ediliş, bu tarif ediliş renge, yaftaya, kalıba indirgenişe isyan ediyor. Bu isyan yalnız o devasa endüstriye değil, bize de karşı. Propagandada kullandığımız dile dünyayı, hayatı, dağı, taşı, ağacı görme ve tarif etme biçimimize, klişelerimize isyan ediyor. Kelimelerimizin yorgunluğundan, dilimizin kekemeliğinden anlaşılıyor bu. Acı, zafer ve şehitlik anlatısına indirgenmeyi, kan, renge indirgenmeyi reddediyor. Anlattığımız, tarif ettiğimiz, betimlediğimiz şeyler, o devasa endüstrisinin bir imgesine dönüşmeye isyan ediyor.
Miguel Barseló 1994’te defterlerinden birine şunu yazmış: “İnsan nesneleri birer birer Berlusconi’nin (malum Berlusconi) yapışkanlığından çekip almalı ve yenilemeli, tazelemeli, temizlemeli, kımıl kımıl olduklarını ya da tatlı bir çürüme içinde olduklarını göstermeli.”
Dünyanın, nesnelerin, canlıların, cansızların, egemen temsili reddedişinde gözümüzden kaçan devrimci bir anlam var. Dünyayı, hayatı, duyguları biçimlendiren ve bunu soygun, katliam, açlık, yıkım, sömürü sürsün diye yapan o kanlı endüstriye, onun izdüşümüne dönüşmüş muhalif dile isyandır bu. Bu isyanı bedenimizde, etimizde hissetmeden, konuşsak da bir dilimiz olmayacak.
Barseló’nun kitaba konulmuş resimlerine baktım, resmedilenlerin Berger’in yorumladığı gibi ruhunu teslim etmediğini biraz da olsa hissedebildim. Kendime şu soruyu sordum: Bizi de hedef alan bu isyanın ta kendisi olacak kadar dünyayla bütünleşebilir miyiz? Hayal edin.