lk başladığında bu kadar uzun süreli, acılı ve sancılı olacağı beliydi. Günlerin sayıldığı dönemden, ayların sayıldığı, mevsimlerin geride bırakıldığı bir döneme girdik. Birçok insan halen sadece sayan, izleyen pozisyonda.
Sistemin yarattığı derin bencilliğin handikaplarını yaşıyoruz. Kendisinden başkasını görmeme, dünyayı kendisi üzerinden anlama çabası, kendi bencilliği ve egosuyla politik çıkarımlar yapma hastalığı. Bu verili düzenin marazları ve açlık grevleri, tam da bunu ortadan kaldırmaya yönelik esaslı bir müdahale. “Ben değil, biz” duygusunun sonucu. Büyük bir fedakarlık yarışı. Kendisini feda ederek toplumu geleceğe taşıma hamlesi. Nazım’ın “Ben yanmazsam sen yanmazsan, biz yanmazsak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” sözünün vücut bulmuş hali.
Ve tam da o durumdayız. Hava Kurşun gibi ağır, havada eriyen bedenlerin kokusu, havada ağır bir duyarsızlık hali. Manzara o şiirde anlatıldığı gibi. “Hava Kurşun gibi ağır/Bağır, bağır, bağırıyorum!/Koşun kurşun eritmeğe çağırıyorum…/ O diyor ki bana:/Sen kendi sesinle kül olursun ey!/Kerem gibi yana yana…/Deeeert çok, hemdert yok/Yüreklerin kulakları sağır… /Hava kurşun gibi ağır…/Ben diyorum ki ona:/Kül olayım Kerem gibi yana yana./Ben yanmasam sen yanmasan biz yanmasak,/Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa…/Hava toprak gibi gebe./Hava kurşun gibi ağır.”
O ağır havayı daha da ağırlaştıran yozlaşmış bir yönetim altında yaşıyor Türkiye halkları. Sessiz, duyarsız ve ölümü kutsayan bir anlayış. Açlık grevleri ile ilgili yapılan sınırlı sayıdaki paylaşımın altına boca edilen onlarca “ölsünler, ölün, ölümünüzü bekliyoruz” yazısı, bu çürüme halinin, bu ölme ve öldürme siyasetinin yansıması. Üstelik bu sanal hesapların bir çoğunun, “insanı yaşat ki devlet yaşasın” kültürüne sahip olduğunu ileri süren ve “dindarlık” içeren simgeler ve semboller kullanmaları da bu derinleşen çürüme halini daha da net gösteriyor.
Bu duyarsızlık karşısında 15 tutsak 30 Nisan’dan itibaren ölüm orucuna başladı. Bu eylemcilerin birçoğu açlık grevinin 100’lü günlerini geride bırakmış durumda. Açlık grevinde bile kritik eşikte olan eylemcilerin aldığı bu karar, geriye dönüş olmadığının ilanı. Bir kararlılık vurgusu. Ama ne yazık ki, bu saatten sonra ölüm orucuna çevrilen bu eylem, istenmeyen gelişmelerin de yakın olduğunun habercisi. Bu da havayı ağırlaştıran bir başka unsur.
“Kürt anasını görmesin”, “kendi anadilinde konuşmasın” diye ta Japonya’ya müdahale eden iktidar, bir bakıyorsunuz dünyada demokrat kesiliyor. Kendi içindeki muhalefete darbe yapıyor, Venezuela’da darbeye karşı çıkıyor. Filistinli tutsakların açlık grevleri için timsah gözyaşları döküyor, Leyla ve arkadaşlarının sesini 6 aydır duymuyor. Bu kötülük hali toplumun en azından bir kesimine sirayet ediyor. Bunun etkisi ve tesiri altına girmeyen bir grup da bu kötülüğe güç getiremediği, takatten düştüğü için en iyi ihtimal ile ölü taklidi yapıyor. Ağırlıklı olarak toplumun aydın kesimini oluşturan bu kesim “duymadım, görmedim, bilmiyorum” havasında. Üzerinde baskı hissettiği zaman da “canım ben bu mücadele yöntemini doğru bulmuyorum, o yüzden eylemden vazgeçin” diyerek direnenlere sesleniyor. Peki, neyi doğru buluyor? Radikal mücadele biçimlerini eleştiriyor, en pasif direniş biçimi olan açlık grevine karşı. Nedir doğru bulduğun, hangi mücadele aracı ve yöntemi? Yöntemi, şekli-şemali bir kenara bırak da, en kestirmeden “mücadelenin kendisine karşıyım, pozisyonum kabullenme ve teslim olma pozisyonudur” de, sen de kurtul toplum da sana karşı bir beklentiye girmesin.
Ama neyse ki toplumun bir kesimi halen vicdanını koruyor, halen varlığının mücadele ve kabullenmemeye bağlı olduğunun farkında. Bu vicdan hareketinin başını yıllardır acılı anneler çekiyor. Cezaevleri önünde başlattıkları direnişle topluma öncülük ediyorlar. Cezaevlerinin sesinin dünyaya duyurulmasında büyük bir rol üstlendiler. Ve 1 Mayıs meydanlarında 10 binlerce, 100 binlerce insan, annelerin beyaz tülbentleri ile alanlara çıktı. Leyla Güven ve yoldaşlarının sesini haykırdı. Muğla’dan, İzmir’den, İstanbul, Ankara, Adana, Mersin ve daha pek çok yerden yükselen bu ses çok kıymetli. Ancak bu, kötülüğü dağıtmaya yetmiyor. Bu ses ve itirazın süreklileşmesi daha da güçlü çıkmasına ihtiyaç var. Tek bir gül ile bahar gelmeyeceği gibi tek bir gün yapılan eylem ve alanlara çıkma ile de bu kötülük çarkı kırılamaz. Tek bir eylem ile insanlar yaşatılamaz.
Tüm bunlarla birlikte şunu da görmek gerekir ki; açlık grevi eylemcileri şimdiden kazandı. Bedenlerini ölüm orucuna yatıran tutsaklar sadece kararlılıklarını değil başardıklarını da gösterdi. Toplumun vicdanını yeniden harekete geçiren bu fekadarlık hareketi, zaferini ilan etti.