Atina Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Cengiz Aktar’la AB süreçleri ve AB Liderler Zirvesi’ni değerlendirdik
Mehmet Ali Çelebi
Avrupa Birliği’nin (AB) prototipi Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) Roma Antlaşması’yla 1958’de kurulurken, Türkiye, 31 Temmuz 1959’da AET’ye ortaklık başvurusuyla yola düştü. AET 1993 Maastricht Antlaşması ile önce Avrupa Topluluğu (AT) sonra 19 Ekim 2007-1 Ocak 2009’da Lizbon Antlaşması’yla AB adını alıp stratejik alanlarda geniş forma büründü. Çok sonra başvuran ülkeler AB’ye üye olurken 1 Ocak 1996’da da AT ile Gümrük Birliği anlaşması da yapan Türkiye ise neredeyse 61 yıldır süren macerada üyelik hedefini tamamlayamadı. Bu kez vizörler “Türkiye’ye yaptırım” mesajlarının gölgesinde olacak 10-11 Aralık 2020 AB Liderler Zirvesi’ni odaklamaya konumlanmış durumda. Atina Üniversitesi öğretim üyesi Profesör Dr. Cengiz Aktar sorularımızı yanıtladı. Prof. Aktar, Türkiye’nin yıkıcı politkalarla “değersiz yalnızlık”a itildiğinin altını çiziyor. Prof. Aktar, dış politikada ve AB ile ilişkilerde sürekli masada olan Kürt meselesi konusunda “İç politikada ve dış politikada rejimin yegâne önceliği Kürtlerin kendi başlarının çaresine bakmalarını engellemekten ibarettir. Ankara rejimi dört parça Kürdistan’ın üçünde yıkıcı ve inkârcı politikalarını sürdürüyor. Sorun AB tarafının bunu görmezden gelmeyi tercih etmesi ve ara sıra yarım ağızla eleştirmesidir. Mesela Suriye’nin Afrin bölgesinin Türkiye’ye hiçbir zaman tehdit oluşturmamış olması önemli değil” diyor.
- AKP 18 Kasım 2002’de ilk hükümeti kurduğunda Milli Görüş çizgisinin aksine dış politikada önceliği AB olmuştu. Yapısal bir girişim miydi yoksa konjonktürel mi?
Bu temel sorunun açık bir cevabı yok. Bugünkü gidişat, AKP’nin İslamî kurallara göre işleyen bir toplum muradına ermek için ve bu yolda askerin vesayetini kırmak için AB’yi araçsallaştırmış olacağını ve bunu bilinçli bir şekilde yaptığını söylüyor. Bu kolaycı analizin sakıncaları var. İlkin, Türkiye’de askerin vesayetinin kırılması ve toplumun artık kendi göbeğini kendisi kesmesi özünde kötü bir şey değildir. İkincisi, AKP’nin AB normları bağlamında icra ettiği askersizleştirme AB ülkelerindeki (mesela İspanya) askersizleştirmeden farklı olarak TSK’nın seçilmişlerin kontrolüne geçmesiyle değil AKP’nin kontrolüne geçmesiyle gerçekleşti. TSK ülkeyi değil, rejimi koruyor bir bakıma. Üçüncüsü, askersizleştirme/sivilleşme reformu hukuk devletini ilgilendiren ve 2001-2004 arasında gerçekleştirilen tüm reformlar gibi ülkenin siyasasını baştan aşağıya dönüştürme potansiyeline sahipti. AKP bu reformları konjonktürel ve araçsal olarak düşünmüş olsa da toplumun demokrat kesimleri bu reformlara pekâlâ sahip çıkabilir ve iktidarı baskılayabilirlerdi. Kanımca AB reformlarının akamete uğramasının en temel nedeni bu sahipsizlik oldu. Sonuç itibariyle reform girişimi sadece AKP ile sınırlandırılamayacak şekilde yapısaldı, ama kimse sahiplenmeyince konjonktürel olarak kaldı ve berhava oldu.
Hukuk, bölgesel politika, çevre fasılları
- Türkiye’den sonra başvuran birçok ülke AB’ye katıldı. AB’ye katılım müzakerelerinin başladığı 3 Ekim 2005’ten beri hangi kritik fasıllarda AB müktesebatına uyum sağlanabildi. Hangi fasıllarda tıkanma yaşandı ki AKP, süreçler soğumaya bırakılırken paralize oldu?
Gerçekten de Türkiye 1959’da ilk defa o zamanki AET ile el sıkıştığında, kıt’a coğrafyasında devlet olarak var olmayan ülkeler bugün üye oldu; mesela Hırvatistan, mesela Slovenya. Türkiye’nin hazırlık ve müzakere aşamaları hiçbir zaman iyi gitmedi. AKP iktidarı 2004 sonrasında AB uyumunu savsakladı. Hukuk devleti, çevre, bölgesel politika ve daha pek çok kritik faslın hiçbirinde ilerleme sağlanamadı. İktidar, işleri hep kerhen yaptı ve sonunda tamamen ucunu bıraktı. Bugün AB norm, standart, ilke ve değerleri rejimin normsuz, standartsız, ilkesiz ve değersiz dünyasıyla tamamen çelişir hâldedir.
- Kıbrıs, Kapalı Maraş kıyılarını ziyarete açma, Kapalı Maraş’ta Erdoğan-Bahçeli-Ersin Tatar pikniği, Ege’de kıta sahanlığı, Akdeniz’de Münhasır Ekonomik Bölge ve kıta sahanlığı krizleri, Akdeniz’de savaş gemileri ve jetler eşliğinde hidrokarbon sondaj faaliyetleri kaosu yaşanırken; iç politikada yargı, adalet, basın-ifade özgürlüğü gibi milyonları ilgilendiren alanlarda karadelikler genişlerken Türkiye-AB ilişkilerinin alaborasız rotada seyretmesi mümkün mü?
Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerinin herhangi bir olumlu yanı kalmamıştır. Bu sayılan sorunlar zaten ilişkinin bir bakıma sona ermesiyle geliştiler ve bundan böyle AB’nin Türkiye’ye, Türkiye’nin de AB’ye bakışını külliyen olumsuz şekilde belirler hâle geldiler. İki tarafın ortaklığından değil, husumetinden bahsedebiliriz bundan sonrası için. AB tarafı var gücüyle, ister 27 ülke zemininde ister münferiten Ankara rejiminin yarattığı sorunları bertaraf etmek hedefiyle meşgul hâle geldi. Kimsenin, istisnasız hiçbir AB hükümetinin Türkiye’nin üyeliğinden söz ettiğini duymuyoruz ve ilerde de duymayacağız.
AB görmezden geliyor
- Kürt meselesi, kuvvetler ayrılığı ve evrensel insan hakları ölçütleri AB’ye üyelik müzakerelerinin neresinde? Türkiye yeni konsept geliştirip kesin olarak üyeliğe karar verirse bu meselelerde ‘sui generis-kendine özgü kurallar geliştiririm ve kimse karışamaz’ diyebilir mi? Yoksa paradigmasal değişiklik kaçınılmaz mı?
Ankara rejiminin böyle bir arayışı yok. Kendi başına koyduğu kuralları, bunlara kural denebilirse, zaten uyguluyor. Bu kuralların ya da daha doğrusu kuralsızlığın AB’de, AB’nin değerler silsilesinde bir karşılığı yok. Türkiye’nin değersiz yalnızlığı tam da bu.
Kürt meselesine gelince, iç politikada ve dış politikada rejimin yegâne önceliği Kürtlerin kendi başlarının çaresine bakmalarını engellemekten ibarettir. Bu, çatışma çözümü temelli AB pratiklerinin aksine tamamen yıkıcı ve inkârcı bir siyasî tercih ve uygulamadır. Ankara rejimi dört parça Kürdistan’ın üçünde yıkıcı ve inkârcı politikalarını sürdürüyor. Sorun AB tarafının bunu görmezden gelmeyi tercih etmesi ve ara sıra yarım ağızla eleştirmesidir. Ama hep Ankara ile yaptıkları hayâsız silah ticaretine zarar vermeyecek kadar…
Bugün AB devletleri Türkiye’nin “meşru güvenlik endişelerini” ve “teröre karşı savaşını” “anlıyor.” Mesela Suriye’nin Afrin bölgesinin Türkiye’ye hiçbir zaman tehdit oluşturmamış olması önemli değil. Alman Meclisi Bundestag’ın Bilimsel Hizmetler Bölümü’nün Türkiye’nin Afrin’de “meşru müdahaleye yol açacak bir silahlı saldırıya dair henüz somut bir kanıt sunmamış” olduğunu kayda geçirmiş olması bile önemli değil.
Nasıl bir karar çıkabilir…
- Doğu Akdeniz krizi sırasında AB liderler ve dışişleri bakanları toplantılarında Türkiye’ye yaptırımlar tartışıldı. AB’nin 2020 sonu envanterini çıkarmaya sıra geldi. 10-11 Aralık 2020 AB liderler zirvesi öncesi, Almanya Başbakanı Angela Merkel, Türkiye’yi ele alacaklarını söylemesini, Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas’ın Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikasına tepki gösterip “Aralık’taki AB zirvesinde ne karar alınacağı Türkiye’ye bağlı” demesini; AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in “Zaman geçiyor ve artık Türkiye ile olan ilişkilerimizde bir dönüm noktasına yaklaşıyoruz” sözlerini nasıl okumak gerekir?
Önümüzdeki 10-11 Aralık AB Konseyi toplantısından beklenenin aksine ciddi bir yaptırım kararı çıkmayabilir. Ama bu aynı zamanda Türkiye’nin beklenti içinde olduğu başka konularda, mesela Gümrük Birliği tâdilatı ve vize muafiyeti, ortak olumlu karar da çıkamaz demektir. AB’nin ortak bir dış politikası yoktur ve hiçbir zaman olmayacaktır. Ama münferit ülkeler Ankara rejiminin zarar verme potansiyelini kontrol altına almak için artık ikili zeminde karar almaktadırlar.
Merkel’in yaptığı siyasî küstahlık
- İngiltere’nin AB’den ayrılmasıyla dümen Almanya ve Fransa’ya kalmış gözüküyor. Almanya Başbakanı Merkel’in AKP-MHP yönetimi her sıkıştığında Ankara’ya koşup kurtarıcı simidi attığı yorumları sıkça yapıldı. Merkel’in bu siyaseti AB ile ilişkilere ne yönde ve hangi ölçekte etki etmiş olabilir? Merkel desteği nereye kadar sürebilir?
Almanya Türkiye’nin ana ticaret ortağı ve doğrudan yatırımcısı. Çıkarları temelde ekonomik olsa da aynı zamanda stratejik ve siyasî. TANAP-TAP doğalgaz projesinin finansmanı, silah satışı (Rheinmetall, Heckler & Koch) ve Türkiye’de faaliyet gösteren yaklaşık 6,000 Alman şirketi Almanya’nın öncelikleri. Bunlara Merkel’in tuhaf bir Erdoğan dostluğunu da eklemek gerekiyor. Merkel 2005’ten bu yana ve ağırlıklı olarak 2013’ten sonra tam 10 kez Türkiye’ye geldi. Bu, totaliter bir rejimi ziyaret eden demokratik Batılı bir ülkenin lideri için görülmüş, duyulmuş bir frekans değildir. Merkel’in 18 Ekim 2015’te o yazki kitle katliamları sonrasında ve hemen 1 Kasım seçimleri öncesinde koşa koşa Türkiye’ye gelmesi basit bir ekonomik ilişkiyle açıklanabilecek bir tutum değildir. Bu siyasî küstahlık ve duyarsızlıktır. Merkel, Erdoğan ve Türkiye yandaşlığını AB mahfillerinde de sürdürdü. Ama bugün artık o da havlu atma aşamasında. En azından bunun işaretlerini veriyor.
Alaattin Çakıcı, Arınç ve Bahçeli
- 28 Ağustos 2014’te Cumhurbaşkanı olan Erdoğan, 6 Mayıs 2016’da “Şu anda Avrupa Birliği vize için terörle mücadele yasasını değiştireceksiniz diyor. Biz yolumuza gidiyoruz sen yoluna git kiminle anlaşabiliyorsan anlaş”; Pakistan ve Özbekistan gezisinden dönerken 20 Kasım 2016’da da “Benim için varsa, yoksa Avrupa Birliği dememeli. Mesela, Şanghay 5’lisi içerisinde Türkiye niye olmasın? diyorum. Bunu Sayın Putin’e olsun, Nazarbayev’e olsun, şu anda Şanghay 5’lisinin içerisinde olanlara da söyledim” demişti. Bu kez Erdoğan 21 Kasım 2020 açıklamasında “Kendimizi başka yerlerde değil, Avrupa’da görüyor, geleceğimizi Avrupa ile birlikte kurmayı tasavvur ediyoruz” ifadelerini kullandı. Bunu yeni yol haritası olarak mı, yoksa konjonktürel olarak Joseph Biden dönemine mesaj mahiyetinde konjonktürel bir çıkış olarak mı değerlendirilmeli?
Erdoğan’ın Avrupa’yı yeniden keşfinin ne dışarıda ne içeride bir karşılığı var. Laf olsun diye söylenmiş, belki Almanya’nın işini kolaylaştırır diye dillendirilmiş bir zırva. İçerde ise hiçbir karşılığı olmadığını Alaattin Çakıcı, Bülent Arınç, Devlet Bahçeli skandallarıyla gördük.
Türkiye’nin Batı ile olan ilişkilerinde artık bambaşka bir döneme intikal ettik. Türkiye’nin satabileceği hiçbir bileziği, “asseti”, hikâyesi kalmadı. Batılı eski müttefiklerinin indinde “Türkiye” ve “Erdoğan” tüyleri diken diken eden iki kelime bundan böyle. Çevrelenmesi, zapt edilmesi ve zarar verme potansiyelinin engellenmesi gereken. Alttan almaktan yorulan Batı’da hava kalıcı bir şekilde değişmişe benziyor.
ABD’den başlarsak, son dört yıldır Trump’ı avucunda oynatan, muhtemelen bol akçalı işlerin döndüğü, Amerikan sistemini, tıpkı Türkiye’de yapıldığı gibi istismar eden bir ilişki biçimi vardı. Amerikan sistemi, ‘establishment’ı bu hilebazlıkları unutmadı. Biden/Harris idaresinin Türkiye’ye yönelik acilen bir şey yapmasına ihtiyaç yok. Sürüncemede kalmış ve Trump tarafından engellenen adlî süreçlerin kendiliklerinden işlemelerini sağlaması yeterli şimdilik.
Diğer taraftan ABD-Türkiye ilişkisinin siyasî ve askerî ayaklarının akıbeti belli. Sabık idare son yıl içerisinde epey olumsuz mesaj vermiş, bunların bir kısmını da hayata geçirmişti. Bunların arkası gelecektir.
AB ile üye ülkelerine bakacak olursak, Almanya, İspanya, İtalya, Macaristan ve Malta’nın oluşturduğu Erdoğan muhibbi beşli, yatıştırma ve alttan alma konusunda epeyi zamandır iyice öne çıkmışlardı. Silâh tüccarları Almanya, İspanya ve İtalya, rejimin kodamanlarının offs-hore cennetlerinden Malta ve müzmin AB karşıtı, Erdoğan hempası, otokrat Orban’ın ülkesi Macaristan.
Bunlar Ankara rejimi ne yaparsa yapsın bir yolunu bulup Avrupa’nın tepkisini törpüler, akamete uğratırlar, Ankara rejimiyle olan ballı börek ilişkilerine zarar gelmemesi için çalışırlardı. Ne var ki Ankara’nın son aylardaki dur-durak bilmeyen saldırganlığı beşlinin dahî hevesini kırdı.
Erdoğan’ın bir vakitler Şanghay İşbirliği Teşkilâtı çıkışı ise bu kuruluşun ne olduğunu bilmeden edilmiş laflardı. Teşkilâtın en önemli vasfı neo-emperyalist Çin ve Rusya’nın Orta Asya coğrafyasında dâhil olabilecekleri sıcak sürtüşmeleri “güvenlik işbirliği” adı altında engellemektir. Nitekim Şanghay, Soğuk Savaş sonrasında Çin’in Sovyet emperyalizminden yeni kurtulan kaotik Orta Asya bölgesindeki yeraltı kaynaklarına olan ihtiyacını garantiye alma arayışlarının sonucunda ortaya çıkmıştır. Şanghay aynı zamanda Çin, Rusya ve 4 Orta Asyalı üyeden oluşan üç odağın birbirlerini dengeleyerek var olma ihtiyacını da karşılar. ABD’nin Afganistan’daki varlığı da bu bölgenin bir diğer ortak güvenlik endişesine işaret eder.
Diğer taraftan Siyasî İslâm’a savaş ilân etmiş bu 6 ülkenin dördü Sovyet modeli katı laik Orta Asyalı Türkî cumhuriyettir. Çin Uygurlara yaptığı baskıda görüldüğü gibi İslâm karşıtı bir politika uygular. Rusya’nın İslâm’la olan ezelî sorununa hiç girmeyelim.
Cengiz Aktar kimdir?
Prof. Dr. Cengiz Aktar, Atina Üniversitesi misafir öğretim üyesi. 1999’dan bu yana Galatasaray, Bahçeşehir ve Süleyman Şah Üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 22 yıl boyunca BM örgütünün farklı kuruluşlarında yöneticilik yaptı, Açık Radyo’da programlar yaptı. AB’nin bölgeler, genişleme, dış ilişkiler ve adalet-içişleri politikaları, uluslararası göç ve iltica hukuku, azınlıklarla ilgili hafıza politikaları üzerine çalışıyor. ‘Avrupa Okumaları’, ‘Avrupa Yol Ayrımında Türkiye’, ‘Avrupa Birliği’nin Genişleme Süreci’ kitapları arasında. Bilimsel makalelerine ilâveten yayınlanmış 12 kitabının sonuncuları: Le Malaise Turc (Türk Rahatsızlığı), 2020; Ekümenik Patrikhane, Heterotopia, 2018; Ademimerkeziyet El Kitabı, 2014.