Sermaye ve devletlerinin en çok korktuğu şeylerden biridir “havanın işçiden yana dönmesi”. Tüm toplumsal kesimlerin dalga dalga işçileştirildiği, kapitalist üretimin görülmemiş ölçekte toplumsallaştığı bu koşullarda “havanın işçiden dönmemesi” için ellerinden geleni de yapıyorlar. İdeolojik-siyasi-kültürel hegemonya için heybelerinde hazır tuttukları her türlü melaneti istedikleri anda sahneye koymaları işin en önemli yanını oluşturuyor. Örgütsüzleştirmek, birlikte hareket etme kültüründen uzaklaştırmak için onlarca yıldır yapmadıkları şey kalmadı zaten. Tüm bunların şemsiyesi altında neler yaşadığını, yaşayanlar bile göremez hale geldi.
Saniyelerin hesaplandığı, performans kırbacının her an hazır bekletildiği, işsizlik korkusunun bir heyula olarak bilinçlere sızdırıldığı, yaşamın her saniyesinin kapitalist üretimin ihtiyaçlarına göre örgütlenmesi için proje üstüne projenin üretildiği, faşist saldırganlığın izdüşümünün üretim sürecinin alabildiğine despotikleştirilmesi şeklinde yansıdığı bu koşullarda tüm bu gerçekleri henüz silüet biçiminde de olsa açığa çıkaran tablo hepsine korkudan ıslık çaldırıyor. Çünkü bu tablonun lokal ve şimdilik silüet biçiminde olması bile “havanın işçiden yana dönme olasılığı”nı güçlendiriyor.
Tam da bu nedenle orada burada gelişen işçi direnişleri karşısında korkunç bir ikilem yaşıyorlar. Direnişler yayılmasın, örnek olmasın diye ya çeşitli mekanizmaları harekete geçirerek işçilerin zaten yasal hakları olan alacaklarının ödenmesi konusunda hızla çözüme gitmeye çalışıyorlar ya da özellikle sendikalaşmak ya da kağıt üzerinde yasal hak olup kullanılmadığı için unutulan “üretimden kaçınma hakkı” kullanıldığında küplere biniyorlar. Biliyorlar ki umut bulaşıcıdır ve her direniş umuda açılan kapıların kilitlerini biraz daha kanırtır.
Kürt halkına karşı saldırıda terazinin hiçbir hassasiyetini gözetmezlerken mesela, “havanın işçiden dönememesi için” oldukça hassas bir terazide yapıp edeceklerini ölçüp biçiyorlar. Bu açıdan her konuda esip gürleyen AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tutumu manidardır. Açlık sınırının asgari ücreti aştığı, yoksulluk sınırının 40 bin liraya dayandığı bu koşullarda çarşı-pazardan yükselen, fabrikalara, işyerlerine yayılan homurtular karşısında “anlıyoruz, ama sabır” demesi boşuna değildir.
Tuzla Gemi Tersanesi’nde taşeron patronun hakaretine maruz kalıp tazminat hakları da gasbedilerek işten çıkarılan işçilerin yasal hakları için Limter-İş’le birlikte direnişe başlaması karşısında tersane yönetiminin hızla devreye girip sorunu çözmesi, kıyım sürecinin devrede olduğu bu kriz sürecinde işçilerle karşı karşıya gelen taşeron patronun sendikaya karşı tutumu konusunda özür dilemek zorunluluğu hissetmeleri bu bulaşıcılığın bilincinden gelir. Antep’te ücretlerine bir parça daha artış isteyen işçilerin direnişinin havzaya yayılması ve bunun Birtek-Sen şahsında taze bir örgütlenmeye dönüşmesi korkusunun Fatma Şahin’den valisine kadar tüm devlet erkanını harekete geçirmesinde olduğu gibi..
Fakat örgütlenme konusundaki kolektif saldırgan tutum da aynı bulaşıcılıktan korkulduğu içindir. Sayısız taşeron şirketle depo işçilerini haberleşme işkolunda gösterip örgütlenmelerini engellemeye çalışan Trendyol Esenyurt deposunda yaşananlar bu açıdan manidardır. İşçiler bu hileleri aşıp haberleşme işkolunda örgütlü PTT-Sen’de örgütlendikleri için “küçülme” bahanesiyle hızla kıyıma gitti Trendyol. İşçiler direndiklerinde de devlet gücü anında patron sopasına dönüştü. Çünkü örgütlenmenin işçiye kazandıracağı anlam ve değerlerden ölesiye korkuyorlar, alabildiğine örgütsüz bir alanda bu daha fazla böyle.
Dersim halkı tarafından sahiplenilen ve sayısız manipülasyonla karalanmaya çalışılıp kırıcıların devreye sokulması denemeleriyle etkisizleştirilmeye çalışılan Enerji-Sen üyesi Fırat Aksa Enerji işçilerinin direnişi açısından da bu böyledir. Ekmeklerinin bir parça daha büyütülmesi ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi talepleriyle İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği kanunun 13. maddesi 1. fıkrasınca anayasal haklarını kullanarak üretimden kaçınan işçiler karşısında sergilenen tutum en son “sabotaj” iddiası oldu. Direniş kırılamadığı ölçüde saldırganlık tırmandı! Çevre illerden tehditle getirilen işçilerle direnişçi işçilerin görüşmesini engellemek için FEDAŞ’ın jandarması gibi davranan komutanın sözleri-tutumu devletin işçi direnişleri karşısındaki hassas terazisinin nerede, hangi noktada bozulduğunun da ifadesi oldu.
Günlerdir sendikalaştıkları için yasal hakları olan tazminat hakları da gasbedilerek işten çıkarılan Agrobay sera işçilerinin “can havliyle atıldıkları mücadeleye” tanıklık ediyoruz. Avrupa’nın en büyük serası olmasıyla övünülen, kadın istihdamı ve girişimciliği etiketiyle pazarlanan Agrobay’ın kadın işçilerinin insanın ruhuna işleyen direnişlerine… Patronun tüm maskesini indiren, kölelik koşulları üzerindeki perdeyi yırtıp atan, patronlarla-devlet arasındaki ilişkiyi mahkemeleri-kolluk gücü-siyasi cephesi-yerel ağlarıyla bir bir teşhir eden bu direniş, toplumsal vicdanı harekete geçirip kapitalist vampire öfkeyi bileyecek bir okul oldu bile. Örgütlenme yöneliminden neden bu kadar çok korktuklarının turnusolü olduğu gibi.
Örnekler çoğaltılabilir ve önümüzdeki günlerde çoğalacağı da anlaşılıyor. Her bir örnek kendi içinde işçi sınıfı ile patronlar ve devletleri açısından farklı anlamlar-özsel olmayan- taşıyor. Her biri “havanın işçiden yana dönmesinin” neden bu kadar büyük bir korku yarattığını ve neden o havayı o yöne döndürmek için tüm olanaklarımızı seferber etmemiz gerektiğini anlatıyor. Ayrı ayrı kanalları güçlü bir sahiplenmeyle tek bir kanalda buluşacak düzeye taşımamızı…