Köyümüzde iki Müslümanlaştırılmış Ermeni kadın vardı. Birisi benim büyük babaannem olan Ebo, diğeri ise Şekir isminde bir kadın idi. İkisinin hikayesi 1915’te Ermeni çocuk ve kadınların başına gelenlerin genel bir özeti adeta.
Babaannem Ebo, Kulp’un doğusundaki Nederan bölgesindendi. Soykırım esnasında ailesinin büyük bir kısmı katledilir. Kendisi henüz altı yedi yaşındadır (nüfus kayıtlarına göre 1910 doğumludur). O döneme dair hatırladığı tek şeyin yerde ölü yatan annesinin memesini çıkarıp emziren kız kardeşi olduğunu söylerdi. Dediğine göre kendisini askerlerle birlikte köylerini basan bir Kürt cendirmeyê bejik (soykırımda yer alan yerel paramiliter birlik) kurtarmış ve sonra o dönem Kulp’ta asker olan fakat savaş sonrasında ilçeye yerleşmeye karar veren Laz Süleyman Çavuş’a teslim etmiş. Babaannem Süleyman Çavuş’un evinde büyümüş. Anlattığına göre ona çok şefkatle davranmışlar, onu diğer çocuklardan ayrı tutmamışlar.
Büyük dedemin abisi o zamanlar çok ünlü bir firari “mehkûm” olduğu için Süleyman Çavuş’un himayesinde kalıyormuş. Kendisi de hayvan ticareti için Süleyman Çavuş’u sürekli ziyaret edermiş. Babaannemden yaşça daha büyük olan büyük dedem onu zorla kaçırmış. Süleyman Çavuş büyük dedemin mahkûm abisinden dolayı pek müdahalede bulunmak istememiş. Böylece büyük dedem Ebo ile evlenmiş. Akrabalarının birkaçı da soykırımdan kurtulup Kulp merkeze ve hemen yakındaki bir köye yerleşen babaannemin anlattığına göre küçükken Kulp’a gittiklerinde mutlaka akrabalarını da ziyaret edermiş. Dönüşte akrabaları ona pestil, ceviz, ayva kurusu vb çokça hediye verirlermiş.
Çok küçük yaşta ailesinden, köklerinden, dili, dini ve kültüründen kopartılan Ebo için Ermeniliğinden kalan tek şey henüz küçücük bir çocukken annesi ve kız kardeşinin katline tanık olduğu korkunç hatıraydı. Hayatta kalan ve Müslümanlaştırılmış birkaç yakın akrabasını ayda yılda bir ziyaret etmesi dışında geçmişi ile bağ kuracağı hiçbir şeyi kalmamıştı. Fakat ne olursa olsun son derece dindar olan büyük dedem ve diğer birçok kişi tarafından hep bavfilleh (Ermeni ya da Hristiyan soyundan gelen ve sonradan Müslümanlaştırılmış olanlar için kullanılan Kürtçe isimlendirme) olarak damgalanmış, “hestiyê heram” (haram soylu) olarak görülmekten de kurtulamamıştı.
Köyümüzün diğer bavfilleh’i ise komşu Ermeni köyü Cixsê’li Şekir idi. Kendisi soykırım öncesinde Kirko isimli bir Ermeni ile evli imiş. Soykırım esnasında bizim köyden kirveleri tarafından saklanmışlar. Fakat sonrasında onları kurtaran kirvelerinden birisi Şekir’e göz dikmiş ve Kirko’yu bir gün odun toplamaya giderken tenha bir derede kalleşçe öldürmüş ve hemen ertesinde Şekir ile zorla evlenmiş. Kirko’nun öldürüldüğü yerin ismi hala Derê Kirkî’dir (Kirko Deresi). Kirko’nun ölümünden birkaç yıl sonra onu öldüren köylümüz de oraya çok yakın bir yerde kan davası nedeniyle başka birileri tarafından öldürülür. Büyükler bunu Kirko’ya yönelik ihanetin, haksızlığın, kalleşliğin bir kefareti olarak yorumlarlardı. Tam da köylümüz kirvesi Kirko’ya ihanet ettiği için onu öldürdüğü yerin hemen yakınında ölmüştü. Bu ilahi adaletin tecellisi bir cezalandırma biçimi idi onlara göre. Küçüklüğümde tek başıma çobanlığa gittiğimde beni korkutan ender yerlerden biriydi Derê Kirkî. Hep Kirko’nun trajik hikayesini ve onun kirvesi olan köylümüz tarafından katledilişini düşünürdüm.
Kirko’nun öldürüldüğü yer bir hafıza mekânına dönüşmüştü. O dereden geçen herkes ya da o dereden her bahsedildiğinde Kirko’nun ölümünün hikayesi de şimdiki zamana musallat olurdu. Onu öldüren kirvesinin aynı mekandaki ölümü ile sembolleşen bir “hak yerini buldu” duygulanımı, Ermenilerin başına gelen felakette rol alanların sonrasında yaşadıkları musibetlerle bedelini ödedikleri bir adalet arzusu ile dile geliyordu.
Hayatta kalan Ebo ve Şekir için soykırım, acı hatırasını yüreklerinde taşıdıkları ve 1915 ile başlayıp biten bir “olay” değil sonraki yaşamlarının kurucu miladı olan bu olayın etkilerinin ağır çekim sürdüğü bir soykırım sonrası da demekti. Bu soykırım sonrasının kaderi ise zorla alıkoyma, zorla evlendirme, zorla Müslümanlaştırmayla çevrelenmiş ve yaşamının her anı “bavfilleh” ile damgalanan bir hayatta kalma zorunluluğuyla belirlenmişti.