Kürt siyasetçi Hatip Dicle, Abdullah Öcalan’a yönelik komplo ve 23 yıllık İmralı sürecini değerlendirdi: Bugün Öcalan’ın bizzat söylediği ‘Jin, jiyan, azadî’ sloganı bayrak oldu. Fikirleri halklara umut oldu
Küresel güçlerin Ortadoğu’ya yönelik müdahale planının ilk adımlarından biri olarak PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın 9 Ekim 1998’de Suriye’den çıkmaya zorlanması ile başlayan ve Türkiye’ye teslim edilip, İmralı Cezaevi’nde tecrit altına alınmasına kadar gelişen komplo sürecinin 24’üncü yılına girildi. Komplo sürecine dair Mezopotamya Ajansı’nın (MA) sorularını yanıtlayan Kürt siyasetçi Hatip Dicle, üzerinden geçen 24 yılda komplonun Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu’da açığa çıkan sonuçları yorumladı.
- PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın, ABD ve İsrail öncülüğünde 40’ı aşkın devlet ve istihbarat örgütünün yer almasıyla Suriye’den çıkmasıyla başlayan komplo süreci nasıl gelişti? Komploya gelinen süreçte neler yaşandı?
Bu durumun Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden bir kökü var ama o kadar derine gitmeye gerek yok. Çünkü dönemin hegemon güçleri, Kürt halkını bile isteye Kürdistan’ı dörde parçalayarak ve Kürt halkının hiçbir ulusal hakkını tanımadan devletler arasında paylaştırdı. Kürt halkı bunu hiçbir zaman kabullenmedi ve çok fazla direndi ama dönemin güçleri söz konusu dört devlete destekler vererek, Kürt halkının özgürlük mücadelesini engelledi. Hatta katliamlar ve kültürel soykırımlarla Kürtlerin tamamen Farslaştırılması, Araplaştırılması ve Türkleştirilmesi çabaları devam etti. Ama bu oyunları Önder Öcalan bozdu. Önder Öcalan pratik olarak mücadeleye 1973 yılının bir Newroz gününde Ankara’nın Çubuk Barajı’nda çok yakından tanığı arkadaşlarıyla konuşması sonrası başladı. Yani 50 yıllık bir süreçtir. Belki ilk dönemlerde dünyanın hegemon güçlerinin dikkatini çekmese de 1976-78 yılları Apocu hareketin kitleselleşme dönemidir.
- Büyük katliamların yapıldığı bir dönemden, Kenan Evren darbesine giden bir dönemin de başlangıcıydı. Abdullah Öcalan bu süreçte, 1979’da Kuzey ve Doğu Suriye’nin Kobanê kentine gitti. Nitekim yıllar sonra DAİŞ ve Türkiye’nin Kuzey ve Doğu Suriye işgali için esas aldığı kent oldu aynı zamanda… Siz o sürece dair neler söylersiniz?
Başkan Öcalan savunmalarında der ki: “1979, NATO Gladyosu’nun merkezinde olduğu karşı devrim cephesinden 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ayak sesleri duyuluyordu. Maraş, Çorum, Bahçelievler ve 1 Mayıs Taksim katliamları sonucu çok sayıda devrimcinin katledilmesi yurtdışına açılmadan kurtulma olasılığının bulunmadığını gösteriyordu.” Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya ve Mahir Çayan önderliğinde gelişen hareketlerin tümüyle tasfiye edilerek 1978’lere gelinmişti. Bu nedenle Başkan Öcalan bunlardan büyük ders çıkarır. 2 Temmuz 1979’da Ethem Akça isimli bir yurtsever ile Urfa hududundan çıkmak üzere bir hazırlık yapar ve sonuçta 40 günlük bekleyişten sonra Kobanê’ye geçti. Rojava Devrimi’ne saldıran ve sonrasında ele geçirilen DAİŞ komutanları, çok açıkça Kobanê’ye saldırma gibi bir planlarının olmadığını, Şam’a taarruzda bulunmaya çalıştıklarını ancak Tayyip Erdoğan’dan aldıkları talimatla Kobanê’ye saldırdıklarını söyledi. Öyle görünüyor ki Erdoğan’a Kobanê’yle ilgili bu öneri getirilirken, ilk olarak Başkan Öcalan’ın Kobanê’ye çıkması nedeniyle bu hareketin Kobanê’de boğulması gerektiği yönünde bir telkinde bulunulması çok muhtemel.
- Abdullah Öcalan’ın Kobanê’ye geçişi nasıl bir sürecin son halkasıydı?
Ortadoğu’ya geçişten sonra Başkan Öcalan, tabii ki büyük hazırlıklar içine girdi. O zamanlar TKSP (Kürdistan Sosyalist Partisi-Türkiye) dışında bütün Kürt siyasi hareketleri, Kürdistan’ın özgürleşmesi için uzun dönemli bir halk savaşı gerektiğini düşünüyordu. Ki bunların içerisinde 12 Eylül’den sonra tek ayakta kalan PKK olmuştur. Diğer hareketlerin çoğu tasfiye edildi. Sayın Öcalan burada kaldığı dönemde, Filistin örgütleriyle çok yakın ilişkiler kurdu. Örneğin Mahsum Korkmaz Akademisi, Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi (FDHKC) lideri Naif Havatme’nin desteğiyle kuruldu. Bunun dışında Lübnan ve Irak’taki hemen hemen bütün örgütlerle ilişkiye geçer. Ayrıca Türkiye’deki devrimci örgütlerle faşizme karşı birleşik direniş cephesini örgütlemek için bir platform oluştururlar birlikte. Ancak sonrasında o örgütlerin liderleri 12 Eylül’den sonra derdest edildi. Ne yazık ki PKK dışındaki Kürt örgütleri ve Türkiye halkının sosyalist örgütler Avrupa’ya taşındılar. Avrupa’ya gitmek intihar etmek gibiydi. Avrupa bir devrim merkezi olmaktan çoktan çıkmıştı. Yapılan en temel hata bu idi. Bu yolu tutturanların da hemen hemen hepsi tasfiye oldu.
PKK, 1979’dan 9 Ekim Komplosu’na kadar büyük atılımlar yaptı. Ayrıca 1982-1987’de iki kez sosyalist ülkelere geziler düzenlendi. Başkan Öcalan’ın Suriye’de güvenli bir şekilde kalmalarına yardımcı oldular. Bugün Rojava devrimi 10’uncu yılını yaşıyorsa Başkan Öcalan’ın gerçekten büyük emeği vardır. İmralı görüşmeleri sırasında bir kamu güvenliği müsteşarı, Başkan Öcalan’a yönelik, “Suriye’de hemen hemen her evin içinde sizin fotoğrafınız asılıydı” der.
- Uluslararası Komplo’yu değerlendirirken, 12 Eylül darbesini nasıl okumak gerekiyor?
Darbe öncesi Başkan Öcalan tedbirini aldı. Türk devletini çok iyi tanıyordu. Maraş katliamı ile PKK’nin kuruluş tarihi arasında bir ay fark vardır. Devlet de artık bu darbe hazırlıklarını NATO güçleriyle istişare halinde sürdürüyordu. 12 Eylül’den sonra Amed zindanında PKK haricinde direnen hemen hemen yoktu. Gerilla hareketinin başlangıcından sonra herkeste büyük bir moral ve şevk vardı. Devlet bu atılıma 29’uncu Kürt isyanı olarak bakarak, çok kısa sürede tasfiye edebileceklerini söyledi ama niyet ettikleri gibi olmadı. 1988 yılına geldiğimizde ikinci bir dinamik daha katıldı. O da Botan bölgesinde gerçekleşen serhildanlar oldu. Bu dinamik çok önemliydi. Üçüncü dinamik 1990 yılına gelindiğinde kurulan Halkın Emek Partisi’nin (HEP) kuruluşuydu. Seçim sonucu sonrası devlet de şaşırmış ve Kürt halkı demokratik siyasal alanda başarı kazanmıştı. Dördüncü dinamik ise Güney Kürdistan’da 1992’da parlamento oluşumuydu. Bu dinamikler Türk devletinde büyük tartışmalara yol açtı ve sonuçta devlet içinde iki büyük klik ortaya çıktı.
- Devlet içinde klikler olduğunu söylediniz. Tam da 1990’lı yıllarda PKK’nin süreli ve süresiz olmak üzere tek taraflı ateşkes girişimleri oldu. Bu girişimlerin devlet kanadından sonlandırılmasında kimlerin rolü var? Turgut Özal’ın dahil olduğu bir süreç gelişti. Özal samimi miydi?
Turgut Özal 1993’ten sonra Kürt sorununun şiddetle çözülmeyeceğini söylüyordu. Hatta, generallerden bazıları da onu destekliyordu. PKK’nin bir aylık ateşkesi sırasında Başkan Öcalan’a ulaşarak sürekli bir ateşkes talep etmek istiyordu. Başkan Öcalan tarafından ateşkes süresize çevrilmişti. Görüşmelerde yer alan biz milletvekillileri 16 Nisan 1993’te büyük bir coşku ile yola Türkiye’ye doğru çıkacaktık ama Mam Celal bize Özal’ın öldüğünü haber verdi. Özal’ın 17 Nisan’da ölmesi, başını Doğan Güneş’in çektiği NATO Gladyosu’na bağlı bir derin devlet operasyonuydu. Sonrasında 1993 Haziran’da Çiller’in başbakan olmasıyla Madımak Katliamı ve faili devlet olan cinayetler süreci başladı. Halkımıza yönelik böyle bir korkunç saldırılar yapıldı. Aralık 1995’te genel seçimler vardı. O seçimlerde Refah Partisi 1’inci parti olarak yer aldı. Başkan Öcalan o dönemde bir kez daha tek taraflı ateşkes ilan etti ama 6 Mayıs 1996’da Türk kontrgerillası Öcalan’ın kaldığı evi bir ton TNT ile patlatarak canına kastetmek istedi ama başarılamadı. Ardından ise savaş bütün şiddetiyle başladı. O yılın en önemli olayı da Susurluk olayıydı. Türk kontrgerillasının nasıl uyuşturucu kaçaklığı yaptığı açığa çıkmıştı.
- 1997’de de önemli bir gelişme var. İsrail istihbaratı PKK Lideri Abdullah Öcalan’a aracılar vasıtasıyla kendilerine yedeklenme taleplerini içeren mesajlar gönderiyor. Abdullah Öcalan ise PKK’nin bir özgürlük hareketi olduğunu ve bu hareketin kimseye yedeklenemeyeceğini söylüyor. Abdullah Öcalan’ın bu tutumu, uluslararası komplonun nedenlerinden biri mi?
Orada İsrail bir anlamda, “Ortadoğu’nun sahibi biziz. Planlarınızı bize göre yapmanız gerekiyor” diyor. Öcalan ise herkesle ilişki geliştirebileceklerini ancak hiçbir devletin ya da hegemon blokun denetimine girmeyeceklerini söylüyor. Aradan birkaç gün sonra Mam Celal, Önderliğin yanına geliyor ve “Siz ne dediniz ki, bu Amerikalı ve İsrailliler size çok kızmışlar. Dikkat edin, size karşı niyetleri kötü” diyor. Başkan da olduğu gibi anlatıyor ve “Ben çok normal bir şey söyledim. Bize resmen yedeklenme öneriyorlardı. Yani artık inisiyatifimizi tamamen kaybedip, onların milisi durumuna gelmemiz isteniyordu. Biz de bunu kabul etmedik” diyor. Bu komployu anlamak için önemli bir aşamadır.
- Sonrasında neler yaşandı? Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkma isteği nasıl şekillendi?
1998 yılında ordu içinde Eşref Bitlis zihniyetinde olanlar, Ortadoğu’da yaklaşan felaketi de sezimleyerek, tekrar Başkan Öcalan’a bir haber gönderiyorlar. Başkan bunları dikkate alarak, 1 Eylül 1998’de tekrar tek taraflı bir ateşkes ilan ediyor ama sonradan anlaşıldı ki bu ordu kanadı çok da güçlü değilmiş. NATO Gladyosu’na bağlı kanat, Türk ordusunda ipleri ele geçirmiş. Dolayısıyla NATO Gladyosu’na bağlı kanadın sözcüsü olan Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş, Hatay sınırına gidip Suriye’yi, “Ya bize Öcalan’ı verirsiniz ya da oradan çıkaracaksınız. Aksi takdirde biz Şam’a kadar gireriz” şeklinde tehdit etti. Bu dönemde Bosna’daki savaş nedeniyle Doğu Akdeniz’de NATO’nun savaş gemileri yerleştirilmişti. Aslında Başkan Öcalan Suriye’den çıkmasa bir saldırı başlatılacaktı. İsrail ve Türkiye Suriye’yi işgale başlayacaktı. Belki Suriye’nin ipini çekmek istiyorlardı.
- KDP ve YNK’nin rolü neydi?
ABD Dışişleri Bakanı, 17 Eylül 1998’de KDP ve YNK liderleri ile Washington Mutabakatı adı altında bir anlaşma yaptılar. Devletler arası komployu gösteren mutabakatta, KDP ve YNK’nin birlikte PKK’yi Güney Kürdistan’dan çıkarması isteniyordu. Bütün bunların çerçevesinde Başkan Öcalan, 9 Ekim 1998 günü Şam’dan Atina’ya geçti, “Önümde iki yol vardı. Ya Suriye’yi terk edip Kandil’e geçecektim ya da Avrupa’ya gidip barışı arayacaktım. Ben barışı aramayı uygun gördüm” diyor.
- PKK Lideri Öcalan komplonun uluslararası boyutunu “çarmıh” olarak tanımlıyor. Çarmıhın çivileri nerede ve nasıl çakıldı?
O dönem Yunanistan’daki Atina milletvekilleri 100’ün üzerinde imza toplayarak Öcalan’ı Atina’ya davet ettiler. Başkan Şam’dan ayrılıp Atina’ya geçtiğinde havalimanında karşısında tek bir vekil yoktu. İstihbarat yöneticisi onu karşılıyor ve geri dönmesini söylüyor. Komplonun devletler arası değerlendirilmesinin bir nedeni de budur. Öcalan, Yunanistan’ın komplodaki rolünü “işbirlikçilik” olarak tanımlayarak, “Bizzat planlayan ve uygulayan değil, taşeron pozisyonundadır. Kıbrıs ve Ege konusunda tavizler beklediği açıktır” der. İlk çivi Atina’da çakıldı. Mülteciliğe başvurduğu halde maalesef oradan çıkmak zorunda kaldı.
İkinci çivi Moskova’da çakıldı. Moskova’da o dönem, temsilciler meclisi 1’e karşı 298 oyla Başkan Öcalan’ın sığınma talebini kabul etti ama buna rağmen ABD ve diğer hegemon güçlerin dayatmalarıyla Başkan Öcalan’ın bu hakkı görmezden gelinerek, Moskova’dan ayrılması isteniyor. Ne karşılığında? Mavi Akım Projesi. Rusya o dönem ekonomik anlamda zor durumdaydı. Bugünkü gibi kapitalist dünyanın güçlerine başkaldıracak durumda değildi.
Üçüncü çivi Roma’da Başkan Öcalan’ın deyimiyle “Papa’nın gözleri önünde” çakıldı. O zaman İtalya’nın başında sol bir hükümet vardı. D’Alema iktidarı, başta iyi niyetliydi ama NATO Gladyosu Önderliği rahatsız ediyordu. Başkan orada 8 maddelik Roma deklarasyonunu yayınladı. Gayet demokratik talepler içeriyordu. Köy koruculuğunun sona erdirilmesi, köylerin boşatılmasının durdurulması gibi talepler vardı. Bu talepler karşılığında çözüme hazırım diyordu. D’Alema buna dayanarak bir uluslararası Kürt konferansı fikri geliştirmişti. Buna rağmen ne ABD’yi ne Fransa’yı ne İngiltere’yi ne de Almanya’yı ikna edebildi. Başkan oradan ayrılmak istediği zaman başına gelecekleri bildiği için “İtalya’dan isteğimle çıkıyorum” imzasını atmak dahi istemedi.
Dördüncü çivi de Yunanlılar tarafından Güney Afrika’ya götüreceğiz yalanıyla Kenya’da Türk Özel Kuvvetleri’ne teslim edilmesidir. Bu çarmıha gerilmeyle Önder Öcalan maalesef 24 yıla yakın bir süredir İmralı’da esaret altındadır.
- Sonrasında gelişen PKK Lideri’nin kesintisiz tecrit altına alınmasının, Türkiye ve Ortadoğu halklarına yansıması nasıl oldu?
Uluslararası Komplo ile Öcalan’ın barış talebine kulak tıkanmıştı. Amaçları 21’inci yüzyılda bir Türk-Kürt savaşını yaymaktı. Savaş devam ettiği müddetçe devletler belli bir karmaşanın içine düştü. O yüzden Türkiye’de bu sorun çözülmeyene kadar diğer parçalarda da sorun çözülmeyecek. Rojava’da görüyoruz. Orada her gün Türkiye gözdağı vermek için işgal saldırılarını sürdürüyor. Güney Kürdistan’da her gün kimyasal silahlar kullanıyor. Sorunun çözülmemesi Ortadoğu halklarına zarar veriyor. Öcalan’ın bu kadar ağır bir tecrit altında tutulmasının nedeni de budur. Arap halkı Öcalan’ı çok iyi tanıyor. Aydınları ve devrimcileri çok iyi tanır ve onun sadece Kürt halkı için değil, Ortadoğu halkları için Kapitalist Modernite’ye karşı direndiğini bilir. Bu nedenle bu tecrit ile sadece Kürt halkına değil, tüm halklara mesajların ulaşması engelleniyor.
Başkan’ın savunmaları birçok dile çevrildi. Şimdi birçok yerde Öcalan’ın cezaevinde geliştirdiği paradigma çok yakından takip ediliyor. Suriye’de Dürzi halkları Başkan Öcalan’ın projesinin aynısını kendileri için istiyor. Kadın özgürlüğü konusundaki paradigması Rojava Devrimi’nin temeli oldu. Bugün Jîna Mahsa Amini’nin katledilmesinden sonra Öcalan’ın bizzat söylediği “Jin, jiyan, azadî” sloganı bayrak oldu. Güney Amerika halkları bile kendileri için çıkış yolunu Demokratik Konfederalizm’de görüyorlar, Öcalan’a bağlılıklarını gösteriyorlar. Öcalan bunu cezaevi koşullarda yarattı. Bir de fiziki anlamda özgür olduğunu düşünün. Bu yüzden Başkan Öcalan’ın özgürlüğü aynı zamanda dünyanın bütün ezilenleri için de bir özgürlük olacaktır.
Fırat Can Arslan/MA