Öykü kitaplarının iyi bir yanı vardır. Avantaj mıdır bilmiyorum ama evet, sanırım öyledir. Kitapta on, on beş öykü vardır ve okur, kendi meşrebine göre bunlardan birkaçını çok sevebilir, birkaçını pek tutmaz, birkaçı da ‘eh işte, idare eder’ kategorisindedir. Sonuçta okur, kitabın toplamını değerlendirirken bu oranlara da bağlı olarak genel bir yargıya varır, nihai olarak damağında nasıl bir tat kaldıysa onu dikkate alır.
Seher ve Devran da, bütün diğer öykü kitaplarının geçtiği yoldan geçerek okurun zihninde bir yerlere oturdu ve bana sorarsanız iyi kitaplardı. İçlerinde çok çok iyi öyküler vardı ve onlar diğerlerini de sürükleyerek toplamda zihnimizde olumlu bir yer açtı kendine. Birkaç sıkıntı vardı ama o süreçte yazmak pek içimden gelmedi. Her şeyden önce, cezaevinden gelen edebi ürünlerin klasik edebiyat eleştirisiyle ele alınamayacağına inandım, hâlâ da öyle düşünüyorum. Şüphesiz eleştiriden muaf değillerdir ama kendim de cezaevinden yazmış biri olarak, oradaki insanların asıl olarak hücre duvarlarını inceltmek istediklerini düşünür, belli bir esneklik payı bırakırım. Bazen, bazıları, tek kitapla, hatta tek öyküyle, şiirle kalırlar mesela, onu da anlarım. Yazılmış ve bitmiş demek ki, yapacak bir şey yok.
Önce Seher ve Devran
Demirtaş artık öyle değil ama. Üçüncü kitaptan sonra onu ‘hevesli’ kategorisinde değerlendirmek doğru olmaz ve o yüzden Seher ve Devran üzerine söyleyemediklerimle işe başlamam gerekiyor.
Temel olarak iki-üç sıkıntı, daha doğrusu sıkıntıya yol açacak şeyler vardı önceki iki kitapta. Birincisi, Demirtaş öykülerinin insanda ‘HDP grup konuşmaları’nı çağrıştırmasıydı. Şüphesiz üretim süreci böyle değildir ama bende bıraktığı izlenim, Meclis’in en iyi grup konuşmalarını yapan Demirtaş’ın o konuşmalar için yaptığı ‘değinilecek konular’ listesinin, sanki öykü mekanizmasında da çalıştığı şeklindeydi. Mutlaka böyle değildir ama ben, sanki Demirtaş’ın masaya otururken kendi kendisine “bir tane de mevsimlik tarım işçileri öyküsü yazayım” diye mırıldanarak işe koyulduğunu zaman zaman hissettim. Bu kötü bir şey mi? Değil. Ama kısıtlayıcı.
İkincisi, Demirtaş’ın, kimisi ilk kez öykü okuyan, kimisi torununa okutup dinleyen alışılmadık genişlikte bir okur kitlesine sahip olmasının kurguda okuru zorlamaktan kaçınma davranışına yol açtığını, fazla kaotik başlangıçlar ve uzun süren düğümlerdense, okuru yormadan ipuçlarını erken sergileyen bir tarzı tercih ettiğini düşündüm. Bu da kendi başına kötü bir şey değil; büyük bir kitleye yazmanın zorluğu diyelim.
Ve üçüncüsü, durduğu politik yerin ve topluma umut aşılayıcı misyonunun etkisiyle kaotik, sonu belirsiz ya da kötümser öykülerden çok iyimserlik taşıyan tercihler yaptığını, hatta el ele tutuşturup mücadeleye doğru yürüttüğü AVM işçileri örneğinde olduğu gibi bunu biraz zorladığını düşündüm. Bu da bir kusur değil elbette ve muhtemelen aynı durumda olsam, benim de tercihlerim böyle olurdu. Kötümserliğin bir matah olduğunu da düşünmüyorum ayrıca ama öykü sanatı kendini kasmayı kaldırmıyor pek, sorun bu.
Yazar gibi davranmak
Böylece içimi boşalttıktan sonra dönüp Leylan’a doğru gelirsek, ilk söylenebilecek şey, Demirtaş’ın yazı serüveni açısından artık durumun daha ciddi olduğu, öyleyse yazara yazar gibi davranmak gerektiği.
Yine de Demirtaş üzerine yazmak kolay değil ama. Garip mekanizmalar işliyor çünkü onun yazdıklarıyla ilgili. Bir yanda, ondan daha fazla siyasal aktivite bekleyenlerin bir bölümünün alerjik tutumu varken, diğer yanda övgülerin ayarını kaçıran ve yalnızca edebiyatta değil siyasette de bunu yapan bir kesim, bana sorarsanız işi çığırından çıkarıyor ve böylece birinci eğilimi de kışkırtarak bizzat Demirtaş’ın kendisine zarar veriyor.
Oysa işe düz yanından bakacak olursak, mesele çok basit. Adam yazıyor. Bütünsel kimliği ne olursa olsun, metinleri bağlamında o bir yazar ve dolayısıyla, bir yazara nasıl davranılırsa öyle davranılmalıdır; ne eksik ne fazla. Yoksa, Demirtaş’ın gerçekten heves olsun diye değil, ciddiyetle yaptığı edebi üretim de arada kaynayıp gidiyor. Edebiyatta bazı yazarlar (mesela ben!!), iyi bir benzetme midir bilmiyorum ama Başakşehir gibi seyirci baskısı olmayan takımlara benzer, sahaya çıkarsın, tık yok! Oh, huzur! On tane gol kaçırsan, no problem! Demirtaş öyle değil ki! Yazdığı da, söylediği de mühim ve dolayısıyla tribünden olumlu olumsuz tepkiler geliyor, gelir, normal. Ama tribün demek, tribün grupları da demektir biraz; sıkıntı orada başlıyor. Bir yazara böyle davranamayız kanımca.
Demirtaş’ın sözü ve romanı
Leylan, şüphesiz öykü kitaplarının sözünü ettiğim avantajından mahrum olarak sahaya çıkıyor, o bir roman ve romanlar bütünsel değerlendirilir. Doğrusu, böyle bakınca, açık yüreklilikle söyleyeyim, Leylan, beni öyküler kadar dâhil edemedi içine. Hatice’den Netice’ye ulaşmanın ilginç bir sıçrama olduğunu kabul ediyorum mesela, denenebilir böyle şeyler ama zordur yine de; ilk bölümün neden var olduğu sorusunu bile getirir insanın aklına. Benim aklıma geldi mesela. Bende bir sıkıntı vardır belki, bilemedim ki.
Asıl romanda ise -böyle denir mi bilmiyorum- ilginç bir kurgu denemesi var. Zor bir işe kalkışmış Demirtaş, bir derdi var ve onu fantastik bir yoldan bize anlatmak istiyor, tamam, anlıyorum. Ama bu, doğal olarak uzun ve didaktik metinler gerektiriyor. Çünkü mükemmeliyetçi bir adam Demirtaş, eksik bir şey kalsın istemiyor. Ama kendi payıma ben, roman ve öykü karakterlerinin az konuşanını severim; tamamen kişisel beğenilerimle söylüyorum bunu, başkası başka türlüsünü sever, bilemem. Ben bir romanda karakterler, bir-iki sayfa süren konuşmalar yaparsa, orada karakterin değil, yazarın konuştuğunu düşünürüm. Sema ve Bedirhan gider, doğrudan Demirtaş gelir önüme ve artık onu dinliyorumdur. Şöyle düşünürüm o zaman: Demirtaş, aşk, özgürlük, sistem ve diğer konularda bana bir şey anlatmak istiyor! İyi. Sabaha kadar dinlerim onu ve acayip de hoşuma gider. Başıma bir şey gelse, sırf bunun için Edirne’yi tercih edebilirim! Ama roman söz konusuysa, sanki her şey başka türlü olmalıymış gibi geliyor bana. Yanılıyor da olabilirim. Altını kalınca çiziyorum yeniden, sıradan bir okur olarak yazıyorum bunları ve bana öyle geliyor ki, Demirtaş, ‘Selo’ olmaktan vazgeçmeden ‘Selo’ olmaktan vazgeçmeli sanki yazarken. Saçma geliyor biliyorum ama bizim tanıdığımız Selo, zaten bize yıllardır çok iyi şeyler söylüyor, onun için deli gibi seviyoruz kendisini. Yazar ‘Selo’ ise, sanki daha başka bir yol bularak yapmalı bunu. Çünkü yazarlık öyle bir şey, naçizane kanaatimce…
Okumak: Kişisel bir serüven
Daha fazla uzatmaya gerek yok. Bana göre metnin kritik sorunu buydu. Söyledim bitti. Ben de sizin gibi bir okurum neticede. Okudum, bunları düşündüm. Siz okursunuz, başka bir şey düşünürsünüz, bilemem. Zaten her okurun kitaplarla kendi serüvenini yaşaması gerektiğini düşünürüm. Okuru kitap hakkında şişirmek ya da yazarın tepesine binip çökertmek aptalca bir tutumdur. Netice itibarıyla bu bir kitap, bir edebi eser. Yazanı da tanıyoruz, Allah’ı var şimdi, iyi adamdır, bizi dezgâha getirecek değil ya! Alın okuyun! Benimkiler de dâhil olmak üzere yazılana çizilene, söylenene tıkayın kulaklarınızı, kitapla teke tek kalın, çevirin sayfalarını bir bir. O andan itibaren her şey, sizinle o üç yüz sayfalık öykü arasında kişisel bir ilişkidir artık.
Beğenmezseniz, zamandan başka ne kaybınız olur ki? Yok, beğenirseniz, bitirince bir dostunuza verin. Mümkünse gariban bir dostunuza, çünkü tanesi 35 kaat! Verin okusun, sonra o bir başkasına versin, derken karanfil elden ele…
Ha, bu, edebiyatımızda yeni bir soluk mudur? E, bundan size ne ki? Sizin soluğunuza bir şey kattıysa eğer, gerisini niye dert edesiniz? Bırakın onu da edebiyat camiası deli gibi tartışsın. İşleri ne?