Hatay’da değişen bir şey yok. Tek değişen siren seslerinin yerini kepçe seslerine bırakması. Ağaçlarda portakal da yok. Ağaçlar da, insanlar gibi yalnız…
Selman Çiçek
Mereş merkezli deprem, 10 ili etkilese de depremin en çok etkilediği yerlerden biri Hatay’dı. Depremin merkez üssü Hatay’a çok uzak olmasına rağmen, tahribatın en büyüğü Hatay’da meydana gelmiş, kentin yüzde 80’i kullanılamaz hale gelirken alt ve üstyapı tamamen çökmüştü. Bir yıl önce depremin yıktığı Hatay’a geldiğimde gördüğüm manzara, karanlığa gömülmüş bir kentti. Karanlığı, enkaz çalışmasına katılan kepçelerin ışıkları bölüyordu. Bölünen karanlık perdesinin arkasında ise koca koca enkazlar duruyordu. O enkazlarda yaşamını yitiren onbinlerce insan ve hiç susmayan siren sesleri…
Bir yılın ardından tekrar kente doğru yol aldığımda ise aklımda birçok soru dönüp dolaşıyordu. Beynim, bir kuşku yumağına dönmüştü. Beynimin içinde onlarca “acaba” sorusu; acaba, kent yaralarını sarmış mı? Acaba, insanlar normal hayata dönmüş mü? Acaba, insanlar matemlerini bitirip sokaklarda yeniden Ümmü Gülsüm ve Feyruz şarkıları dinliyorlar mı? Ve daha birçok acaba… Bu acabalar ile kente giriyorum. Kent merkezine yaklaştıkça, kepçelerin sesleri gittikçe artıyordu. Kulağımın içinde bu sefer de siren seslerinin yerine kepçenin betonu kırarken çıkardığı “tak tak tak” sesleri…
“Tak tak tak” sesleri şehrin merkezine indikçe daha da çoğalıyordu, adeta tek duyulan ses oluyordu. Kentte ne bir kuş sesi ne de okulların ara yıl tatilini fırsat bilen çocukların sesi vardı. Bir yıl geçmişti ama şehirde yine insanı umutsuzluğa düşüren sesler ve karanlık vardı.
Koca bir yıl boyunca bir arpa yol alınmamıştı. Şehir, kendi yaralarını sarmak ile meşgul idi. Şehir sessizdi, deprem zamanında var olan turunç taşıyan ağaçlar bile azalmıştı…
Havalimanı halen kapalı
Ne bir kuş sesi ne de insan sesi, sade ve sadece “Tak, tak, tak” sesleri. Kentin her bir noktasında kepçeler, ağır hasarlı evleri yıkıyor, kimi kepçeler de yıkılan evlerin molozlarını kamyon dorselerine yüklüyordu. Dorselere atılan her moloz ile birlikte etrafı toz dumanı kaplıyor, kentin semalarında buluttan çok toz kümeleri oluşuyordu.
Şehir merkezine beni getiren taksi şoförü, yaşadıklarını anlatırken aslında otogar taksisi değil de havaalanı taksisi olduğunu, ancak havaalanının kullanıma kapandığı için mecburi otogarda çalıştığını söylüyordu. Hani, o meşhur havaalanı. AKP’nin büyük gösterilerle açtığı, ancak ilk depremde pistinin yerle bir olduğu havaalanından bahsediyordu. Pistinin zarar görmesinden dolayı, kente kurtarma ekiplerinin ulaşmaması sonucu birçok kişi günlerce enkaz altında yaşam savaşı vermişti. Depremin ilk haftasında, gelen tepkiler üzerine “onardık” deseler de o havaalanı halen uçuşa kapalı. İnsanlar, şehir dışına çıkmak için en yakın Adana’daki havaalanına gidiyor. Bir yılda Hatay’da bir havaalanı bile onarılmamış.
Çadırda kalanlar
Kentte ilk olarak yıkımın en çok olduğu mahallelerden biri olan Kurtuluş Caddesi’ne geliyorum. Yıkımın en çok olduğu caddedeki insanların halen çadırlarda kaldığına tanık oldum. Ağır kış ortamında insanların, halen çadırlarda kalmasını görmek beni büyük bir şaşkınlığa itiyor. Bu şaşkınlıkla ilk olarak, o çadırlara yanaşıyorum. Çadırlardan birinde Doğan Cankaplı ve eşi kalıyor. Neden çadırlarda kaldığını soruyorum Doğan’a. Çocukluğundan beri bu mahallede yaşadığını söyleyen Cankaplı, konteynır talebinde bulunduğunu ancak konteynırı yaşadığı ikametten çok uzak bir mahallede verdiklerini, bu nedenle konteynır yerine çadırda kaldıklarını söyledi. Demir toplayarak yaşamını devam ettiren Cankaplı, mahallenin aynı zamanda geçim kaynağı olduğunu, konteynır için adres gösterdiği yerde geçimini yapma imkanı olmadığı için çadırda yaşamaya devam ettiklerini söyledi.
TOKİ’nin borcunu kaldıramazdık
Bir başka çadırda yaşayan Metin Et ise, üç kuşak bu mahallede yaşadığını, ailesinin kaldığı üç evin yıkıldığı, sadece az hasarlı bir evlerinin kaldığını söylüyor. Bu az hasarlı evde üç ailenin yaşadığını ve evde yer olmadığı için kendisinin çadırda yaşamaya devam ettiğini söyledi. Et, konteynır istediklerini ancak evinden çok uzak bir noktada konteynır verdikleri için kabul etmediğini söyledi. Demir toplayarak geçimini sağladığını söyleyen Et, ev için TOKİ’ye başvurmadığını, çünkü demirden kazandığı paranın ancak geçimlerini sağladığını, TOKİ’nin borç yükümlülüğünü asla kaldıramayacak durumda olduğu için ev başvurusunda bulunmadığını söyledi.
Yeni bir meslek: Molozlar
Hatay’da ağır hasarlı binaların yıkılmasının ardından oluşan moloz yığını yeni bir mesleğe de kapı aralamış. Binalar yıkıldıktan sonra, binaların demirleri ayrıştırılarak binayı yıkan şirket tarafından alınıyor. Molozların büyük bir kısmı ise depolama alanlarına dökülüyor. Artı kalan moloz ve o molozlar arasında kalan irili ufaklı demirleri de yoksul insanlar topluyor. Sağlıksız şartlarda toplanan demirler, insanlar için bir geçim kaynağı olsa da başta asbest tehlikesi olmak üzere birçok hastalığa da davetiye çıkarıyor.
İrili ufaklı demir toplayan insanlarla sohbet ederken hepsinin tek derdi var; geçimlerini sağlamak. Çünkü, Hatay’da neredeyse molozdan başka bir geçim kaynağı yok gibi. Tek tük açılan dükkanlar olsa da, insan sayısının azlığı nedeniyle birçok esnaf, günü siftah yapmadan kapatıyor. Molozlardan geçimini sağlayanlardan biri de Suriyeli Muhammed. Dört ay önce acemi bir kepçe operatörü olarak Hatay’a geldiğini söyleyen Muhammed, dört ayda demirciler için taş parçalarını parçalaya parçalaya ustalaştığını söylüyor. Kentte yaşadığı dramı anlatan Muhammed’in, “10 yıl Suriye’de savaşı gördüm ama Hatay kadar yıkılmadı” sözleri Hatay’da yaşanan felaketi en iyi özetleyen sözdü.
Kime dokunsak bir hikaye
Daha sonra bir dönem kentin en merkezi yeri olan uzun çarşıya geliyorum. Hafta sonu olmasına rağmen çarşıda insan bulmak çok zor. Tek tük çarşıya gelen insanlar, her üründen azar azar alıp tekrar konteynırına dönüyor. Çarşının ne eski hareketliliği ne de canlığı var. Dükkanların büyük çoğunluğu yıkıldığı için, konteynırlar işyerlerine dönüştürülmüş. Uzun çarşı daha çok konteynır çarşı olmuş. Bir kısım esnaf ise, konteynır yerine tezgahlarda satış yapıyor. Hem kadın hem de erkek esnaflarla sohbet ediyoruz. Daha çok ekonomiyi konuşmak istiyoruz, ama ekonomiden çok onların dile getirdiği acılarının olduğuna tanık oluyoruz.
Bu şehirde kiminle konuşsak, ekonomiden önce yaşadıkları acıları duyuyoruz. Tıpkı depremin ilk günlerinde olduğu gibi. Bizi gören herkes, “kızım, oğlum ya da eşim, kardeşim enkaz altında kaldı” diyerek yaşadığı çaresizliği anlatıyordu. Şimdi ise; kime dokunsak aynı şeyi duyuyorduk. Esnaf kadınlardan biri, “kızım yaşasaydı eğer, şimdi okulunu bitirip mühendis olacaktı” diyor. Bir diğeri ise, oğlunu kaybettiğini söylüyor. Bir diğeri ise, bu şehirde bütün evler yeniden inşa edilse de hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını söylüyor. Kısacası Hatay’da bir yıl geçse de hiçbir şey normale dönmemiş, bilakis acılar daha da artmıştı.
İnsanlar normal uyumuyor
Kentteki salgın hastalıklar da her gün artıyor. Konuştuğumuz birçok kişi uyuza yakalandığını söylüyordu. Uyuz hastalığı, kentin üzerine bir kabus gibi çökmüştü. Enkazlar, sağlık şartları oluşturulmadan toplandığı için yaydığı toz ve beraberinde taşıdığı hastalıklar kentte kol gibi geziyordu. Bu konuyu, konteynırda çalışmalarını sürdüren Türk Tabip Birliği’ndeki doktorlarla konuştuk. Daha önce sağlık raporu hazırlayan Dr. Mehmet Zencir, kentle ilgili son bilgileri verdi bize. Zencir, kent ile ilgili yıllık rapor hazırladıklarını, raporların depremin yıldönümünde kamuoyuna açıklayacaklarını söylüyorlar. Rapordan bazı noktalara değinen Zencir, “Bir hastane yaparlar, birkaç doktor tayin ederler. Biraz tıbbi ürünler alırlar. Sağlığa erişim, böylelikle çözülür” diyerek asıl sorunun sağlığa erişim olmadığını, kentte her geçen gün arttan sağlıksız yaşam koşullarının varlığını asıl sorun olarak gördüklerini söyledi. Bu sorunların en başında da molozların toz taneciklerle taşıdığı asbest benzeri insan sağlığına zarar veren maddeler olduğuna dikkat çekti.
Bir psikoloğun, “Burada insanlar normal uyumuyor. İnsanlar, acıların tazeliğinden dolayı normal uyuyamıyorlar. İnsanlar, bu kentte uyumak için başta uyku hapı olmak üzere birçok biyolojik ürün kullanarak uyumaya çalışıyor” sözleri, kentte yaşanan trajediyi en çıplak haliyle özetliyordu. Bu sözün üzerine ne bir söz fazla edilir ne de bir yorum yapılabilinir.
Çanını bekleyen kilise
Antakya, Defne ve Samandağ… Nereye gitsek hep aynı manzara… Bir yılda değişen hiçbir şey yok. Depremin etkilediği ilçelerden biri olan Samandağ’da ilk durağımız bir Ermeni köyü. Ermenilerin son köyü olarak bilinen Vakıflı köyünde deprem 30 haneden aralarında kilisenin de olduğu 17 haneyi yıkmıştı. Tam bir yıl sonra, yeniden köye geldiğimizde manzara şehir merkezlerinden farklı değildi. Köydeki ne evler ne de kilise onarılmıştı. Ayinlerde çalması gereken kilisenin çan kısmı halen düştüğü yerde duruyor. Bu durumu Ermeni cemaatinden Garbis’e soruyorum; o da ilgisizlikten ve bürokratik işlemlerden dem vuruyor. Kilisenin Ermeni Patrikliği tarafından onarılacağını, diğer yerlerin de TOKİ tarafından yapılacağını ancak bürokratik işlemlerden dolayı köyde bir şeyin değişmediğini söyledi. Garbis, köy sakinlerinin kendi yaralarını kendi birlikleri ile sardığını söylüyor. Tıpkı, depremden etkilenen bütün Hatay halkının yaptığı gibi.
Duvardaki yazılar
Vakıflı köyünün ardından Samandağ merkezini geziyorum. Bana eşlik eden Hazal Durgun, yol boyunca hangi enkazlarda insanları ne güçlükle kurtardıklarını anlattı. Vinçleri olmadığı için büyük zorluk yaşadığını anlatan Durgun, son çare olarak bir vinçe zorla el koyarak insanların yardımına koştuklarını söyledi. Dayanışma ile bu kentin yaralarını sardığını söyleyen Durgun, halen devlete güvenin olmadığını söylüyor. Bazı evlerin az hasarlı, bazı evlerin ise orta hasarlı olduğunu söyleyen Durgun, devletin teknisyenleri dışında kimseye evlerini gösteremediklerini, hasarsız ve az hasarsız evlerinin ne derece güvenli olacağını nereden öğreneceklerinin şüpheli olduğunu söylüyor. İnsanlar, devletin evlerini yıkmaması için kendilerince bir çözüm bulmuş. Birçok evin duvarında; “Davalı, az hasarlı, incelenecek, Yan bina yıkılmayacak” yazılmış. Bu şekilde, evlerinin hukuksuz bir şekilde yıkılmasının önüne geçmeye çalışıyorlar.
Antakya kahvesi ve portakallar
Hazal ile birlikte birkaç aile geziyoruz. Bizleri gören her aile hemen konteynır ya da çadırına davet ediyor. Uzun süre kimsenin kendilerini ziyaret etmediğini, yabancı birini gördüklerinde sevindiklerini ve yalnız olmadıklarını hissettiklerini söylüyorlar. Uzun bir süredir, bu kentte yalnızlığa itilmiş, işini yapan bir gazeteciyi görmek bile onları mutlu ediyor bu yalnız bırakmışlıktan dolayı.
Bu nedenle her konteynırın önünden geçtiğimizde “Gelin bir Antakya kahvemizi için” diyorlar. Onlar, birilerinin yanlarında olmasını istiyor ve o acıları paylaşmak istiyorlar. Tıpkı Antakya kahvemizi içerken at arabası ile yanımıza yanaşan portakal satan teyzenin dediği gibi: “Bu sene portakal da yok. Yağmur, evlerimizi aldığı gibi portakallarımızı da aldı…”
Hatay’da değişen bir şey yok. Tek değişen siren seslerinin yerini kepçelere bırakması. Ağaçlarda portakallar da yok. Ağaçlar da, insanlar gibi yalnız…