Depremden sonraki beşinci gündeyiz sanırım. Bir yandan yakınmalar, bir yandan da ‘devletin müthiş performansı’ parlatma çabaları aralıksız sürüyor. Bir yanda eksi on derecede tedirginlikle çadırlarda kalan insanın isyanı, diğer yanda televizyon muhabirlerinin pek sevdiği ‘mucize kurtuluş’ haberleri var. Kınadığımdan değil, Van’da bulundum, ana akım medyanın bozulmamış muhabirlerinin de samimiyetle çalıştıklarına tanıklık ettim. İnsan bir garip oluyor oralarda haber yaparken. Bizim gibi çadırda battaniye altında da yazsan, biraz daha lüks otel odasında da olsan aynı ölüm kokusunu duyuyorsun ve tuhaf bir biçimde kalabalığın yoğunlaştığı her enkaza bir umutla yaklaşıyorsun. İnsanların birer kapana dönüşen evlerinden duydukları korkuyla sokakta yaşamaktan duydukları sıkıntı arasında nasıl cebelleştiğini görüyorsun ve o anda kimsenin siyasal görüşünü merak etmemeyi de öğreniyorsun. O yüzden, geçerken parantez içinde söyleyeyim, hastalıklı sosyal medya tiplerinin -iktidar ya da muhalefet şemsiyesi altından konuşarak- zaruret içinde hayata tutunmaya çalışan insanlara yaptığı terbiyesizliklerden de hep tiksinirim.
Öyle görünüyor ki, siyasi iktidar, daha ilk dakikadan itibaren bu şerden bir hayır çıkarma kararı almış. Kocaeli ve Van’a göre nispeten daha az kayıplı görünen Elazığ depremini bir ‘başarı öyküsü’ne dönüştürmek ve oradan politik bir çıkış yakalamak istiyor gibi. Köylerde durum hala berbat görünse de şehir merkezinde kırmızılı üniformalar, kepçeler, ilk yardım araçları göz alıyor, bir yığılma var yani. En azından resmi ajansların fotoğraflarında ve mucize kurtuluş haberlerinde görünen durum bu.
Bu, gerekli bir şey elbette. Öncelikle uzun süredir yapılan bilimsel uyarılara kulak asılmamasının, göz göre göre gelen felakete karşı önlem alınmamasının üstünü örtmenin yolu, ‘hızla olay mahalline ulaşma’, ‘fedakârca kurtarma çalışması’ gibi imaj çalışmalarından geçiyor. Doğrusu havuz medyasının çalışmaları da takdir edilecek seviyede. Bütün gazeteler ‘dünyayı kıskandıran çalışma hızı’ konusunda övgülerle dolup taşarken, işin temelindeki vahim hatalar, rant devşirmekle boşa geçirilen yıllar arada kaynayıp gidiyor.
Öte yandan, Elazığ, iktidar ortakları için önemli bir şehir. Ama sadece onlar için değil, genel olarak devlet mekanizması için öteden beri önemlidir Elazığ. Dolayısıyla, önceden yapılan hataları mümkün olduğunca hızla unutturarak ciddi bir kırılmanın önünü kesmek istiyorlar. Mesele yalnızca oy değil. Bölgedeki en ‘sağlam’ ilin kimyasında bir bozulma, bir ‘gönül kırılması’ istenmiyor. Gerçek ya da şişirilmiş bir ‘başarı hikayesi’ bu bakımdan da çok önemli görünüyor iktidara.
Ama bütün bunların ortasında şimdiye kadarki başka depremlerde de hep yapılmak istenen ama başarılamayan bir şey yapılıyor, yapılmaya çalışılıyor: Tekleştirme! Sorun sadece HDP’nin yardım araçlarının engellenmesi, köy muhtarlarının tembihlenmesiyle sınırlı değil. İBB ve Ankara, Adana belediyelerinin çalışmalarına da kısıtlamalar konulduğu, bütün yardım malzemelerinin AFAD ve Kızılay üzerinde tekleştirildiği haberleri geliyor. Bu, bir disiplin sağlama çabası gibi görünse de esasında çok tehlikeli bir şey. Klasik anlamda ‘devletçilik’ bile değil çünkü. Belli bir iktidar blokunun, hatta bir ailenin toplumun dayanışma çabasını köreltme çabasından söz ediyoruz. Elazığ gibi bir örnekte çok fark edilmeyebilir ama Sakarya ve Van’da gördük, toplum bir reaksiyon gösterdi ve varını yoğunu seferber edip kendi inisiyatiflerini geliştirdi, bin türlü yoldan bir toplumsal dayanışma örneği sergiledi. Van depreminde en küçük ve en yoksul ilçelerden bile nasıl kamyon kamyon malzemenin geldiğini ve bunun ne büyük bir anlam taşıdığını bizzat kendi gözlerimle gördüm. Türkiye’nin bir sürü yerinden koşup gelen gencecik üniversite öğrencilerinin kan ter içinde kamyon boşaltıp malzemeleri nasıl istif ettiğini gördüm. Bu erdemli bir şeydi, kutsal bir şeydi.
Yok edilmek istenen işte bu. Ellerinden gelse, kendi yandaşları ve tarikatlar dışında kimsenin giremeyeceği bir karantina ilan edecekler ve böylece kusurları örterken, imajı da dik tutacaklar.
Bir adım ötesi de bu tür durumlarda enformasyonu tamamen tekleştirmek, hiçbir basın kurumunu kentlerin etrafına çekilmiş sarı şeritlerin içine sokmamak, aynen ‘terörle mücadele haberciliği’nde olduğu gibi bütün akışı resmi bakanlık açıklamalarına bağlamaktır ki, mümkün olsa zaten şimdi yapmak istedikleri de budur. Basın kartları hikayesi şimdilik durulmuş gibi görünse de, asıl amaç, nihai olarak bir ‘resmi gazete’ noktasına doğru varmaktır.
Bütün bunlar mümkün olur mu? Açıkçası artık Türkiye’de herhangi bir şeyin mümkün olup olmaması, onların planlarına değil, bizim göstereceğimiz dirence bağlı görünüyor. Dayanışma her şeyin ilacı değil belki ama olmazsa olmazımızdır. Başka türlü yaşayamayız ve yaşamamalıyız.