“Kırk yıl aynı günü yaşadım (…) her gün aynı günü yaşattılar bize bu ülkede. Durmadan zamanı tekrar ederek yaşadık.” (1)
Bir bütün yaşamı gömmeye yeminli bir beton yığınının içinden ama her gün kahkahalarıyla yaşamı yeniden ören kadınların arasından yazıyorum sizlere. Uzun zamandır kaybettiğim sesimi, bu biçimiyle de olsa bulmanın sevinciyle, ilk Leyla’ya ulaştırmak, onun denizine salmak istedim.
Leyla Güven ve arkadaşlarının eylemi, beni ilk elden “Selvi boylum al yazmalım” filmine götürdü. Sevgi yolculuğunda, sevginin aranışı. Filmin gayesi Asya ile birlikte sevgiyi bulmak, hakkınca gerçekleştirmektir. Fakat iki aşk (!) biçiminin arasına sıkışan Asya, filmin sonunda bir kadın olarak kendinden vazgeçer. Kendini kaybeden olarak, sevgi de kaybedilmiştir. Akışın içinde bir sürükleniştir onunki, iradi değildir. Fakat Asya’nın özgür tutsakların sesi, kendini kaybeden herkese karşı güçlü, yapıcı bir itiraz getirmektedir. “Ben-biz neyiz?” sorusu, bir “Kî ne em” çıkışı yankılanıyor. İhtiyaç duyduğumuz bir sarsılma hali, naifçe, hizaya çekme biçimi “hafif adımların” soran büyüsüyle “Rabinlar” kulağımızda çınlıyor.
Rabin!
Sevgili Leyla’nın belirttiği gibi, tarihsel bir mekanın köklerinden. “Seyit Rıza’nın izlerini takip eden” modern zaman dervişleri gibi engin izler takip ediliyor ve yeni tohumlar atılıyor.
Amed zindanı zaman ve mekan mefhumlarını aşan, her zaman ve her yerde yaşayacak “dolaşan heyula” (2) güçlü bir simge, sonsuz üreten bir tohum, bilge.
Walter Benjamin’in 1. tezinde ifade ettiği gibi “(…) zamanında merhumlar tarafından solunan havanın bir kısmı değil midir etrafımızda uçuşan? Yeryüzünde bizi önceleyenlerin seslerinin yankısını bulmaz mıyız dostlarımızın sesinde (…) (3)
Amed zindanı insanın “karşı insana” en maskesiz mücadeleyle karşılaştığı yerdir. İnsan olmanın sadece biyolojiye indirgenemeyeceği, bu tarifin en yetersiz olduğu yerlerden biridir. Bu anlatıların her biri hepimizi sınırsız sarsmış ama sınırsız da onurlandırmıştır. Ben oradan bir itirazı sizlerle paylaşmak istiyorum. Amed zindanı sadece bedene yönelmez, sistematik işkenceler kişinin haliyle “Kürdün” toplumsal yok oluşunu hedefler.
“Siz aslında yoksunuz!” temel yaklaşımdır. Bir distopyadır orası, ama kurgu değil gerçektir. Sizin sizi bildiğiniz, gördüğünüz ama muktedirlerin ısrarla reddettiği bir ahval! Dünyadaki tüm ağırlığınızla, varsınız, oradasınız, bin yıllardır, olduğunuz gibi. G. Kışanak’ın ifadesiyle “bu toprakların en derinindeyiz, köklerimiz ta içeridedir.” (4)
Tam bu varlığa karşı her gün “Kürt diye bir şey yoktur” (5) inkarı yankılanır o duvarlarda. Yoksunuz, haliyle katliniz de yok katiliniz de. Çünkü ölüm bile hak edilir. Ölmek için varlık gerekir, bir isme sahip olmak gerekir. Beverly Skeqqs’in kadın tarihi üzerine tespitinde belirttiği gibi “Görünmek olmaktır.” (6) Bir isminiz yoksa, sizi gören de yoktur. Ve ortada herhangi bir acı ve suç da yoktur. Kürt halkının yıllardır öldüğünün ispatının sebebi de budur: Varoluş!
İşte bütün bu yıkım halinin ortasında, gözü görse de aklı almayan bir arkadaş durur. Bu almama hali politik eksiklik değildir. Aksine “karşı insanı” reddiyenin, kötülüğün her hücrece inkarıdır. Umut da bu yabancılığın kendisindedir zaten.
“Burası cehennem olmalı, dünya değil; bunlar da zebani olmalı insan değil!”
İşte Benjamin’in Tarihi Meleği (Angelus Novus) (7), gözleri faltaşı açılmış bir biçimde orada durur. “Kafatası kuleleri” üzerinde yükselen, yükseldikçe övünen o uygarlık (!) yaratığına bakar. Ama sinik değildir, umutsuz değildir. Çünkü “kefaret zamanıdır” (8). Çünkü ilk köleden, sömürüden, paryadan, cadıdan, damgadan başlayarak, mağlubiyetler için dönüş zamanıdır.
Hapishaneler tam da bu noktada “Sizleri rahatsız etmeye geldim” diyor. Sadece mutedire değil, “biz olmanın” ilkelerine de yöneliyorlar.
Tecridin ve barışın hayatiliğini bir örnekle ifade etmek istiyorum. HDK Kadın Meclisleri olarak, 301 işçinin iradi katledildiği Soma Katliamı sonrası oradaydık. HDP Eşbaşkanı S. Demirtaş da başka bir heyetle oradaydı. Hrant’ın ifadesiyle “zehrin akmadığı” o süreçte halkların yakınlığının tanığı olduk. Programından ötürü gidemediği bir eve biz kadın heyeti olarak gittik. 3 hilal bayrağının önünde sıcacık acılı bir aile karşıladı bizi. En küçük oğullarını madene gömmüşlerdi. S. Demirtaş’ın gelemeyeceğini öğrenince çok üzüntü yaşadılar. Zehir olmayınca acımızın, duygudaşlığımızın birliği hemen sardı bizi.
Tam da bugünden “böl-yönet’e” teslim edilmeye çalışılırken barışın bu aşkınlığı yeniden kavranmalı. Köle isyanlarına karşı, coğrafi işgalciler döneminde ırk, dil, cinsiyet ayrımları temelde de beyaz-siyah köleler arasında çizilen katı sınırlar köleliğin uzun bir süre kurumsallaşmasının en temel sebebidir. Halbuki siyahın köle olduğu yerde, beyaz ne kadar özgürdür? Şimdi Büyük Plantasyon diyarında, bülbül ve saksağan ayrımının tam içindeyiz. Harper Lee’nin yazdığı gibi “İstediğiniz kadar saksağanı vurun ama bülbülü öldürmek günahtır!” (9)
Peki saksağanın ölümüne karşı körlük sadece onun mu sonunu hazırlar?! Tecrit politik ve vicdani olarak sadece Kürt halkının sorunu değildir. Barışı kurmak sosyalistlerin asli görevidir. Buradan hareketle barış için tecride karşı ses vermek topyekun özgürlük ve eşitlik sorunudur. Tecride karşı bir adım ileri!
Amed Sur’daki o duvar yazısının dediği gibi, distopyaya karşı “Biji Ütopya”
Dipnotlar:
1-Mehtap Ceyran, Mevsim Yas, Sel Yayıncılık
2-K. Marks-F.Engels, Komünist Manifesto, Sol Yayıncılık
3-Michael Löwy, Walter Benjamin; Yangın Alarmı, Tarih Kavramı Üzerine Tezlerin Bir Okuması
5-Kürtçe şarkı söylediği için Ahmet Kaya’ya saldıran, linç eden güruhun sözü
6-Aksu Bora, Kadınların Sınıfı, Ücretli Ev Emeği ve Kadın Öznelliğinin İnşası- İletişim
7- Michael Löwy, age
8-Ali Şeriati- Dine Karşı Din
9-Harper Lee, Bülbülü Öldürmek, Sel Yayıncılık