Bir süredir ekonomi ve çalışma hayatıyla ilgili en sık tekrar edilen veri Türkiye’de işsizlik oranının ülke tarihinde görülmedik noktalara ulaştığı. Kasım 2019 itibarıyla yaklaşık 7 milyon kişi işsiz, geniş tanımlı işsizlik oranı %20’ye ulaştı. ( DİSK-AR )
Böyle toplam bir oran verdiğimizde bazı önemli veriler görünmez oluyor. Sizce işsizlikte hepimiz eşit durumda mıyız? Yani herkes bir diğeri kadar mı işsiz? Elbette hayır!
“Toplam işsizlerin yüzde 29,3’ü 15- 24 yaş arası gençlerden oluşuyor. Kentsel genç kadın işsizliği yüzde 37’ye ulaşmış durumda. Yükseköğrenim mezunu kadın iş gücünün işsizliği ise dikkat çekecek kadar yüksek.” ( DİSK-AR Ocak 2020 raporu) TEPAV tarafından Eylül 2019’da yayınlanan genç işsizliğine dair değerlendirme notunda işsizlik oranının en yüksek olduğu yaş grubunun 20-24 yaş grubu olduğu görülüyor. Bu yaş grubundaki her 100 kişiden 22’si işsiz. Genç işsizlere odaklandığımızdaysa toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılığın işsizlik tablosunu da şekillendirdiği görülüyor. İşsizler içinde en kalabalık kesimi oluşturan 20-24 yaş grubunda kadınlarda işsizlik oranı yüzde 27,3 iken erkeklerde bu oran yüzde 18,8. Genç işsizler arasında erkekler için ilköğretim mezunları grubu en yoğun katmanı oluştururken genç kadınlar arasında en işsiz kesimi ise yükseköğrenim mezunu kadınlar oluşturuyor.
Sonuçta çalışma hayatı ve ilişkileri erkek egemenliğinden bağımsız bir alan değil. Başta kriz dönemleri olmak üzere yaşanan her istihdam daralmasında önce kadınlar işten çıkarılıyor. Çalışma hayatına göz atmak için cinsiyete göre bölünmüş iş gücü piyasası kavramının prizmasından baktığımızda kadınların genelde daha denetimsiz, düşük ücretli, niteliksiz ve kendini tekrar eden işlerde çalıştığını görüyoruz. Hem bu yaygın durumun hem de güncel olarak üniversite mezunu genç kadınların en işsiz kesimi oluşturması kadın emeğinin değersizleştirilmesinin hem tarihsel hem de güncel bir sonucu.
Tarihsel olarak kadınların ev içi karşılıksız emeği ve patriarkal iş bölümünde emeklerinin konumlanışı çalışma hayatına daha eşitsiz koşullarda katılımına yol açıyor. Kurulan yeni ve güvencesiz çalışma rejimi de bu tarihsel arka plandan güç alarak kadınları özel nitelik gerektirmeyen, güvencesiz işlerde güvencesiz biçimlerde çalıştırmak ve bu tip çalışmayı kadınlardan başlayarak işçi sınıfının geneline mal etmek üzerine kurulu. Örneğin Türkiye’de nitelikli emek kategorisinde yer alan kadınların, 2016’da doğum sonrası yarı zamanlı çalışma ve uzun süreli ücretsiz izin getiren yönetmelikten etkilenmediklerini söylemek mümkün mü? O dönem “aile ve çalışma hayatını uyumlulaştırmak” masalıyla gündeme gelen hatta “kadın istihdam paketleri” içine tıkıştırılmaya çalışılan analık hakkı düzenlemesi anlaşılan tam da itiraz etmemize yol açan bir sonuç yaratmış. Yarı zamanlı çalışabilme ya da doğum izni ihtimali kadınların nitelikli bir işe veya görevde yükselme imkânlarına erişimini zorlaştırıyor. Kadınların çalışma süreçlerini toptan güvencesizleştiriyor, niteliksizleştiriliyor.
İşin bir de uluslararası sermaye ayağını unutmayalım. Emperyalist projeksiyonda Türkiye’ye biçilen misyon “nitelikli” işlerden ziyade emek yoğun sektörlerin yer aldığı bir ucuz iş gücü cennetti olmak. Bu projeksiyonda üniversite mezunları için çok da ikbal yok. Bu tanımın dışında kalan ağırlıkla teknik işlerin yapıldığı inşaat, makine vb. ile endüstriyel üretim sektörlerinin önemli bir bölümünün halen “erkek işi” olarak tanımlanması yükseköğrenim görmüş kadınların iş bulmasını zorlaştıran unsurlar.
Fakat işsizlik karşısında yalnız ve çaresiz hissetmemek için yapılabilecek şeyler de var. İstanbul’da Kadın Savunması’nda 29 Şubat Cumartesi günü saat 16.00 için bir davet aldım. Kadınlar “İşimiz yok gücümüz var” diyerek Mor Mekan’da bir buluşmaya hazırlanıyorlar. “Bu bir başlangıç olacak amacımız genç kadın işsizlerin sesini ve sözünü görünür kılmak” dediler. Bu çağrı karşılıksız bırakılmayacak kadar kıymetli.