Komünist olmanın sayısız kıstası ve kritik sınav alanı vardır. Bu sınav alanlarının başında da ezilen ulus sorunu karşısındaki tutum gelir. Bu alan adeta bir turnusol gibidir. Tıpkı kadın sorunu karşısındaki yaklaşım gibi… Daha baştan cılız bir milli burjuvazi ve Anadolu tüccar sermayesiyle toprak ağalarının ittifakına dayanılarak kurulan Cumhuriyet’i sanki sosyalist bir cumhuriyetmiş gibi savunmaz bir komünist. Tarihsel gelişmelerle sınıfsal bir yaklaşım üzerinden ilişkilenir.
Cumhuriyet’in daha ilk andaki sicili bile çok şey anlatır. Sadece Kürt sorununda değil, işçi örgütlenmeleri, öncüsüyle buluşamadığı oranda dinsel bir perde altında cereyan eden yoksul köylü isyanları-potansiyeli, kadınlar ve aile, bir bütün olarak toplumsal özgürlükler konusundaki yaklaşımları, hangi sınıfların çıkar ve amaçları temelinde şekillendiğini açıkça gösterir.
“İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” yaklaşımının kendisi başlı başına bu cumhuriyetin hangi temeller üzerinden kurulduğunun özetidir. O temeller aynı zamanda üç büyük korkudan korunmak refleksleri üzerinden atılmıştır: Sınıf-sosyalizm, din kisvesi altında kolayca harekete geçirilebilecek yoksul köylülüğün sınıfsal öfkesi ve bugüne kadar eskimeden süren Kürt korkusudur.
Bu Kürt korkusunda da toprak ağalarından ya da mülk sahibi sınıflardan duyulan korkudan ziyade yoksul köylülerin birikmiş isyanının ulusal özlemleriyle birleşerek kendisine bir adres bulması kaygısı belirleyici olmuştur. Şeyh Sait İsyanı da böyle bir isyandır. Şeyh Said’i ve kanla bastırılan ayaklanmayı şeriat özlemiyle nitelendirmek, İngiliz işbirlikçiliğiyle damgalayıp gerici feodal bir isyan diye tanımlamak tarih dışı bir yaklaşım olduğu kadar tarihten bi haber olmak demektir. Aynı zamanda Marksizmin dinsel perde altında gelişen köylü isyanları konusundaki çözümlemelerini işine geldiği yerde hatırlayıp gelmediğinde “unutan” bilinçli bir sınıf tutumunun ifadesidir.
Şeyh Sait İsyanı’nın örgütlenmesindeki esas failin Kürt Azadi Cemiyeti olduğunu, onun ilk liderleri yargılanınca Şeyh Said’in Cemiyet’in başına geçtiğini, şeriat isteminin ötesinde Şeyhin de iradesi dışında güçlü bir ulusal kalkışma niteliği kazandığını tarihi az çok kurcalayan herkes bilir. Bu isyanı 19. yüzyılda başlayan ulusal kalkışmalar zincirinden bağımsız düşünmek tarihin dinamiklerini kavramamaktır. Şeyh Said’in dinsel kimliğinin öne çıkarılarak isyanı şeriat ve feodal gericiliğin simgesi olarak tanımlamak Cumhuriyet’in gerici karakterini perdelemek için gerekçeler yaratmak dışında bir anlam taşımıyor.
Kendisini Marksist olarak tanımlayan TKP gibi çevrelerin sırası geldiğinde Engels’in Alman Köylü Savaşı’nı yad ederek dünyanın çeşitli yerlerinde din kılıfı altında gerçekleşen özgürlük mücadelelerini göklere çıkarıp Kürt isyanlarını Kemalist bir yaklaşımla mahkûm etmeleri burjuva cumhuriyeti temize çıkarma çabasıdır.
1476’da başlayıp 50 yıl boyunca Almanya’yı sarsan köylü isyanlarından yola çıkan Engels, o isyanları dönemin sınıf mücadelesinin bir tezahürü olarak tanımlar. Sınıfsal niteliklerine uygun bir önderlik yaratamadıkları oranda bu isyanların din kılıfı altında cereyan ettiklerini belirtir. Sınıf mücadelelerinin farklı coğrafyalarda ve tarihsel dönemlerde özgün biçimler kazanabileceğini 16. yüzyılın din savaşlarını örnek vererek açıklar ve “Bu sınıf mücadelelerinin o dönemde dinsel işaretler taşıması, tek tek sınıf çıkarlarının, ihtiyaçlarının ve taleplerinin dinsel bir örtünün altında gizlenmesi, işin özünü hiçbir şekilde değiştirmez ve dönemin koşullarıyla açıklanabilir” der.
TKP bu tespitlere “Ama o isyanlar feodal gericiliğe, o gericilik ve baskıların simgelerinden olan Katolik kilisesinin baskılarına karşı gelişmiş, köylülüğün yaşadığı zulme karşı açılmış bayraklardı. Peki, Kürt isyanları?” diye itiraz edecektir. Hangi örtüler altında olursa olsun bu isyanların esasında kurulmaya çalışılan tekçi, baskıcı, inkarcı, tepeden inmeci burjuva devlete karşı ulusal temelde gelişen ve gövdesi yoksul köylülükten oluşan isyanlar olduğunu az çok tarih bilen herkes bilir. Kaldı ki, Cumhuriyet’in dini kontrol altına alma refleksinin arkasındaki korku da TKP gibilerinin sandıkları ya da vazettikleri gibi dinin kendisinden değil isyanına bir gömlek arayan yoksul köylülükten duyulan korkudur. Keza sadece Kürt köylüleri değil, Türk köylülerinin birikmiş öfkelerinin de dini motif ve sloganlarla kolayca harekete geçirilebildiği tarihsel tecrübelerle bilinmektedir.
Marksizm adına racon kesmeye çalışan TKP o isyanları kanla bastıranların hikayelerini tekrarlayarak -aslında ve özünde- tekçiliği, inkarcılığı, tepeden inmeciliği savunmakta, bunu da ilericilik, komünistlik adına yapmaktadır.
Kayyum atanmasına karşı ses çıkarmayan TKP’nin o kayyumun yerel seçimler öncesinde Kürt halkından oy devşirmeye yönelik atraksiyonuna yani yeni yapılacak bir bulvara Şeyh Sait ismini vermesine karşı “Diyarbakır’ı Cumhuriyet düşmanlarına bırakmayacağız” diye cengaverlik yapması hakkında sadece “Şimdiye kadar aklınız neredeydi? Savunduğunuz Cumhuriyet’in bugünkü devamcıları HDP’nin tüm belediyelerine kayyum atarken, binlerce Kürt siyasetçisini hapse atarken, kafasını kaldıranın başına cop indirirken neredeydiniz?” diye sorulur. Kayyum atandığında neden “Diyarbakır’ı Cumhuriyet düşmanlarına bırakmayacağız” diyecek cesareti bulamadınız? Sorular çoğaltılabilir… Her biri de TKP’nin tahayyül ettiği cumhuriyetin sınırlarını gösterir…