Özgürlük mücadelesi veren halklara hâkim olmak isteyen ulus devletler doğrudan saldırmak yerine, egemen güçlere bağlı bir grubu çıkararak, özgürlük güçlerine karşı kullanır. Kurdistan’da kurulmak istenen Hamas’a, Kürt Özgürlük Hareketi müsade etmedi, yerel seçimlerde de Kurdistan halklarının bu ittifaka gerekli cevabı vereceği aşikar
Yunus Aslan
Bugün adı, kimi çevrelerce provokatör, kimilerince ise cihadçı olarak anılan HAMAS, İsrail tarafından, Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşı önü açılan ve örgütlenmesine müsade edilen bir örgüt olarak kabul ediliyor. ABD’nin “Yeşil Kuşak” projesi ile kurulan ya da kurulmasına müsade edilen örgütün eylem tarzı ve ilişkileri bu iddiaları doğrular nitelikte. Öte yandan Hizbullah ya da halk deyimiyle Hizbulkontra’nın da “Türk Özel Harp Dairesi” tarafından Kürt Özgürlük Hareketi’nin örgütlenip, kitleselleştiği dönemde kurulduğu da hem itiraflar hem de raporlar ile biliniyor. İki örgütün de halkların özgürlük mücadelesine ket vurmak için kurulduğu ise ortaya çıkan bir gerçek. Bu örgütlerin tarihsel süreçte ortaya çıkış tarzları ve zamanları da benzer.
Hizbulkontra, Hamas’tan örnek alınarak kurulmuş olabilir mi? Bugün, özelde Gazze genel olarak da Filistin’in tamamiyle işgal edilmesinden Türkiye de ders alıyor olabilir mi? 12 Eylül 1980 darbesinden sonra örgütlenmesine müsade edilen ve 90’lı yıllarda Kürdistan’da katliamlar yapılmasına göz yumulan Hizbulkontra’nın günümüzde de “devlet aklı” tarafından desteklenmesinin ardında yeni bir işgal modeli yatıyor olabilir mi? Bu soruların cevabı tarihi süreçte gizli.
İşgallerin perde arkası
1. Dünya Savaşı sonrasında batılı emperyal güçlerin gözünü diktiği Ortadoğu coğrafyası birçok devlet ve mandasına pay edildi. Elbette bu işgallerin uluslararası kamuoyu tarafından kabul görmesi ve itiraz yollarının kapatılabilmesi için bazı antlaşmalar da yapıldı. Bu antlaşmalar yaşanan savaş halini bitirmesi amacıyla yapılsa da beraberinde birçok hak gaspı, sorun ve elbette çözümsüzlüğü getirdi. Bu çözümsüzlük politikası, antlaşmaların yapıldığı yıllardan itibaren, zaten hâkim olan gergin durumu ateşleyerek, yüz yıla yayılacak savaşlara sebep oldu. Bu savaşın tarafları ise hakları gasp edilmiş, coğrafyaları parçalanmış halklar ile egemen ulus devletler ve çözümsüzlüğü dayatan ve bundan beslenen emperyal güçler oldu. Haklarını geri almak ve coğrafyalarında özgürce yaşamak isteyen halkların direniş tarzları ve örgütlülük modelleri, artan baskı ve saldırılara karşı değişkenlik gösterse de egemen güçlerin saldırı biçimleri derinleşerek devam etti. Ancak özellikle NATO’nun kurulmasının ardından başlayan süreçte egemen güçlerin de saldırı ve örgütlülük modellerinde değişimler oldu.
Buna göre; özgürlük mücadelesi veren halklara hâkim olmak isteyen ulus devletler ve arkalarındaki güçler, doğrudan saldırmak yerine ezilen halkın içerisinden, egemen güçlere bağlı bir grubu çıkararak, özgürlük güçlerine karşı kullandı. Ancak kimi yerlerde kullanılan bu güçler karşı durdukları özgürlük güçlerini tasfiye ettikten sonra, bölgede güç olmak için kendisini yaratan güce karşı savaş başlattı. Bu örnek şimdilerde Ortadoğu’da, özelde Filistin’de kendini gösteriyor. Kurdistan ise bu planın içerisinde olmasına rağmen henüz başarıya ulaşmış bir yer değil.
FKÖ’nün kuruluşu
İşgal politikalarını sürdürmek isteyen İsrail ve beraberindeki güçler, 1960’lı yıllara dek hem bölgedeki ulus devletler ile hem de Filistin’deki direniş gruplarıyla onlarca kez savaştı. Bu savaşlarda binlerce sivil katledilirken, işgal de devam etti. 1964 yılına dek küçük direniş grupları ve bölgedeki Arap devletlerinin silahlı güçleri ile Filistin, İsrail’e karşı dirense de hem uluslararası kamuoyunda hem de ülke içinde başarılı sonuçlar alamadı. Ancak 13 Ocak 1964 tarihinde Kahire’de, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün temelleri atıldı. Zirvenin ardından, 29 Mayıs 1964’te Filistin Ulusal Konseyi’nin toplanmasıyla beraber Kurtuluş Örgütü vücut buldu ve nitekim 2 Haziran 1964’te de resmi olarak kuruldu. Bir anlamda Filistin davasının siyasal temsilcisi olan ve çok sayıda Filistinli örgütü bir çatı altında toplayan FKÖ, 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda etkinliğini artırdı. 1968 yılında yapılan Filistin Ulusal Konseyi’nin dördüncü toplantısında FKÖ yeniden örgütlendi. Silahlı gruplar üye yapılırken sözleşme yeniden gözden geçirildi ve Filistin Kurtuluş Ordusu’nun askerî kanadı kuruldu. FKÖ’nün en önemli organı, Filistin parlamentosuna eş değer olan Ulusal Konsey’di. Üyeler; Konsey’in mevcut kurulu, askerî gruplar, Filistin birlikleri, meslek örgütleri ve önde gelen Filistinlilerin görüşmeleriyle belirleniyordu. Konsey, FKÖ’nün siyasetini ve programlarını oluşturan en üst kuruldu. FKÖ aynı zamanda bir çatı örgüttü. İçerisinde birçok farklı yapı, örgüt, parti ve bireyi barındırıyordu. Ancak FKÖ’nün omurgasını oluşturan yapı El-Fetih’ti ve lideri ise Yaser Arafat’tı. 1969’da Arafat Yürütme Kurulu Başkanlığı’na getirildi.
Antiemperyalist bir çizgide mücadele eden Filistin Kurtuluş Örgütü içerisinde Ortadoğu ve dünyanın birçok yerinden devrimci güçleri de kendi çatısı altına alarak, gerilla mücadelesi ile NATO destekli İsrail’e karşı savaşmayı 80’li yıllara dek sürdürdü. Birçok kazanım da bu süreçte elde edildi. Başta BM olmak üzere birçok ulus ve kurum FKÖ’yü Filistin davasındaki tek muhatabı olarak görmeye başladı. Bu kazanımların önüne geçmek isteyen İsrail ise önce Filistin topraklarını modern silahlar ile kuşattı, on binlerce Filistinliyi sürgün etti ve yine aynı oranda sivili de katlederek, savaşı kızıştırdı. Lübnan’a mevzilenen FKÖ ise işgale karşı direnmeye devam ediyordu. Ancak NATO’nun ağır silahlarına sahip ve modern ekipmanlar ile donatılmış ordusu ile İsrail, 1982 yılında Lübnan’ı işgal ederek daha büyük bir savaşı başlattı.
1948’de başlayan Arap-İsrail savaşlarından, 1964’te FKÖ’nün kurulmasına dek uzanan süreçte resmi verilere göre 110 bin Filisntinli Lübnan’a göç etti. Altı Gün savaşlarının ardından Filistin Kurtuluş Örgütü gücünün doruğuna ulaştı. O döneme kadar güçlerinin büyük bir bölümünü Ürdün’de tutan FKÖ, 1970’de Ürdün kralı Hüseyin bin Talal’ın, FKÖ’nün Ürdün’deki konumundan rahatsız olması (İsrail ve ABD’nin baskı uygulaması) neticesinde Kara Eylül olarak adlandırılan çatışmalar yaşandı. Bu çatışmalarda 7 bin ile 8 bin arasında FKÖ militanı öldürüldü. Sonucunda da 300 bin civarında Filistinli Lübnan’a göç etti.
Filistinli akını, Lübnan’da da tedirginlik yarattı. Kurtuluş Örgütü’nün Lübnan’da güç kazanması, İsrail’i tedirgin ediyor ve bu tedirginlik Lübnan’a baskıya ve yer yer tehdide dönüşüyordu. FKÖ’nün kimi zaman Lübnan sınırından İsrail ile çatışması ise iplerin daha da gerilmesine sebep oldu. Bu süreçte FKÖ ve İsrail arasında 10 yıl boyunca sınır hattı üzerinde dozu zaman zaman artan çatışmalar yaşandı. İsrail ve ABD FKÖ’nün Lübnan’dan da çıkarılması için bir takım hamleler yaptı. Lübnan’da yaşayan Hristiyan, Dürzi, Şii ve Sünni halklar farklı kurum ve uydu devletlerce fonlanarak bir iç savaşın çıkmasına sebep olundu. Savaş elbette NATO askerlerinin Beyrut’a çıkması ile son buldu. 21 Ağustos 1982 tarihinde ise İsrail ve NATO, FKÖ’yü Lübnan’dan çıkardı. Filistinlilerden boşalan Güney Lübnan’ı ise İsrail işgal etti. Ortadoğu’da İsrail ve NATO tarafından istenmeyen FKÖ, Tunus’a gitti. Bu dönemde Filistin’den uzaklaştırılan FKÖ’nün yerel halk ile bağlantısının kesilmesi için her yolu deneyen İsrail ve NATO, işgalde yeni bir sürecin başladığı mesajını da veriyordu.
Yeşil Kuşak, Hamas ve İsrail
Giriştikleri mücadele ve siyasi tutumları ile dünya çapında prestij yakalayan ve hedeflenen ‘Kurtuluş’a adım adım yaklaşan FKÖ’ye karşı, İsrail ve NATO, savaş ile başaramadıklarını Carter doktrini ile başaracaklarına inanıyorlardı ve bunun için de çalışmalara başlandı. Nüfusunun yüzde 8’i Hristiyan olan ve sekülerliğin halkın büyük bir kısmına nüfuz ettiği Filistin’de dincilik bölücü bir unsur olarak ele alındı. Bu dönem İsrailli stratejistler planlarını yapmaya koyuldu. Filistin’den uzaklaştırılan FKÖ’nün yerini, dikkatle izlenen ve yer yer kollanan yardım dernekleri almaya başladı. Zekat ve dayanışma dernekleri ile örgütlenen İslamcı gruplar, yoksulluk kıskacındaki Filistlinliler arasında rağbet görmeye başladı. O dönemde İsrail destekli araştırma şirketlerinin yaptığı anketler de bu stratejinin başarılı olduğunu gösteriyordu. İşgal altındaki Filistin topraklarında, o güne dek İsrail devlet yanlısı yayın yapan televizyon ve radyoları, Kuran dinletileri, mevlitler ve dini sohbetler yayınlamaya başladı. Yine bunun yanında, birçok kitap, dergi ve gazete İsrail devleti tarafından yasaklanırken, dini kitaplara özgürlükler tanınmaya başlandı. Bu politika cezaevlerinde de uygulanıyordu ve bu uygulamalar kısa sürede meyvesini verdi.
Öyle ki İslamcı örgütler kısa sürede, kimi noktalarda İsrail ile işbirliği yapmaya başladı. Dönemin FKÖ lideri Yaser Arafat ise bu örgütlenmeleri ihanet ile suçluyordu. Ancak bu yardım dernekleri, okullar ve camiler açarak örgütlenmelerini daha da genişletiyor, halk içerisinde güç kazanıyordu. Öyle ki FKÖ’nün aktif olduğu 1967 yılı ile 1987 yılları arasında Gazze’deki cami sayısı, 200’den 600’e çıkmıştı. Hatta Hebron ve Kudüs’te İslam Enstitüleri kurularak, eğitimlerin de önü açılmıştı. Artık İsrail ve NATO için her şey hazırdı, sırada FKÖ’nün elindeki halk gücünün, yeni örgütlenmiş bu İslamcı örgütlere geçişine izin vermek vardı ve bunun için yapılacak olan da belliydi. Halk öfkesini tırmandırmak!
7 Aralık 1987’de bir İsrailli kamyonu, işe gitmek için bekleyen Filistinlileri ezdi. Bu olayda 4 kişi ölürken, tepkiler de anında gelişti. İşte böylelikle Birinci İntifa da başlamış oldu. İntifada’nın henüz ilk haftasında Hamas varlığını bir bildiri ile duyurdu. İsrail, yoksulluğa mahkum ettiği Filistinlilerin bu örgüt içerisinde “zekat ve dayanışma” adı altında örgütlenmesini sağlamış ve FKÖ’nün halk içindeki desteğini kırmayı başarmıştı. Gücü eline alan Hamas ise önce seküler Filistinlilere savaş açtı. Türban takmayan kadınlara kezzaplar atıldı, İslami Cihad içerisinde olmayan esnafların dükkanları bombalandı. Körfez Savaşı sırasında Hamas’ın Suudilerin yanında saf tutması ve dolayısıyla ABD’nin müttefikleri ile olması, savaş sonunda Hamas’a mali destek olarak geri döndü. 90’lı yılların başında Hamas, canlı bomba eylemleri ile İsrailli sivilleri hedef almaya başladı. Elbette İsrail bu eylemlerden FKÖ’yü sorumlu tuttu. 1994’teki kazanımlar böylelikle yavaş yavaş kaybediliyordu. Filistin Özerk Yönetimi’ne devredilen topraklara tekrar İsrail Ordusu giriyor ve güçlükle başlayan barış yerini savaşa bırakıyordu. Bugün Filistin’de Hamas artık tek güç ve provokatif eylemler ile belki de özgürlüğün ve barışın sonunu getirdi. İsrail’in işgaline gerekçe sunuldu ve dünya kamuoyunun yapılan katliamlara sırt çevirmesine sebep olundu.
Gladyo-Milli Türk Talebe Birliği
Kurdistan ve Türkiye’de mafyatik yapılar eliyle işlenen cinayetler, uyuşturucu kaçakçılığı ve yolsuzluklar ile adı anılan eski bakan, yeni vekil Süleyman Soylu’nun 14-28 Mayıs seçimlerinden sonra yaptığı açıklamada “Tayyip Erdoğan’ın attığı Hüda-Par adımı, Türkiye’nin 20-30 yıl içinde Doğu ve Güneydoğu’da (Kürdistan’da) muhafazakar politika açısından yalnız kalan, kendi kodlarına dönmeye çalışan dönemin en büyük akıllarından. Bu güçlü bir sosyolojik adımdır ve büyük devlet aklıdır” demişti. Devlet aklının attığı bu adımın öncesine bakmakta da fayda var. Bugünü görebilmek için Hizbulkontra’nın kurulmaya başlandığı ilk dönemi görmekte fayda var.
Emekli Albay Arif Doğan’ın 2011 yılında yayımladığı “JİTEM’İ BEN KURDUM” kitabında, Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı Hizbulkontra’nın bizzat devlet tarafından kurulduğunu itiraf ediyor. Kitabında “Biz de karşı propaganda faaliyetlerinde bulunmak amacıyla o sıralarda Batman bölgesinde ajan ve muhbir olarak kullandığımız Hüseyin Velioğlu adlı çok akıllı bir kişiyi görevlendirdik. Çok dindar ve donanımlı bir kişiydi. Ülkücü tandanslıydı. Milliyetçiydi. Bunun üzerine Velioğlu’nun kendi seçtiği adamlardan oluşan bir kadro ile faaliyetlerine başlamasına imkân verdik” ifadelerini kullanıyor. Bu ifadelere ek olarak yine, eski devlet bakanı Fikri Sağlar da Siyah-Beyaz gazetesine verdiği bir demeçte Hizbullah’ın devlet tarafından kurulduğunu ve ordunun da sponsorluğunu yaptığını söylemişti. Ancak Hizbullah devletin ilk projesi de değildi. Türk devletinin 1952’de NATO’ya girmesinin ardından ABD’nin Gladyo’suna bağlı birçok örgüt de kuruldu. Bunların ilki “Hususi ve Yardımcı Muharip Birlikleri” adı ile kurulan örgüttü. Dönemin Kurmay Albay’ı Emin Çobanoğlu’nun, ki daha sonra Mit Müsteşarlığı da yapmıştır, ABD Genelkurmay Başkanlığı ile resmi yazışmalarında “psikolojik harp” konusunda yardım istediği ve bu konuda ABD’nin kendisine şematik bir örgüt modeli önerdiği de raporlarda ortaya çıkıyor. 1953’te ismi “Seferberlik Tetkik Kurulu” olarak değişen örgüt birçok eylem gerçekleştirdi. Örgüt, örgütlenmesini ise Yeniden Milli Mücadele Hareketi ile yapmış. Dönemin üniversitelerinde, cemaat ve tarikatlerinden harekete militan kazandırılmıştı. Milli Türk Talebe Birliği de Seferberlik Tetkik Kurulu ya da adı daha sonra Özel Harp Dairesi olan bu örgütün, örgütlenme ve militan kazanmak için kullandığı diğer bir kuruluştur.
Özellikle Milli Türk Talebe Birliği, Türk devlet aklının ihtiyaç duyduğu gladyoculuğa doğrudan katkı sağladı. Öyle ki, bu birlik içerisinde yetişen kişiler, 70 yıldır devlet aklının isteği doğrultusunda Türk siyasetini yönlendiriyor. Türk cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, yazar Cemil Meriç, şair Necip Fazıl Kısakürek, eski cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve AKP’nin neredeyse tüm kurucu üyeleri, adı mafyatik oluşumlarla anılan ve Erdoğan’ın para kasası olarak bilinen Haluk Kalyoncu ve Kalyoncu ailesinin fertleri ve tabii Hizbullah’ın kurucusu olan Fidan Güngör ile Hüseyin Velioğlu da bu örgüt içinden çıkmış isimlerdir. Öne çıkan belgeler ve gerçeklikler Hizbullah’ın Özel Harp Dairesi’nin bir ürünü olduğunu ortaya koyuyor.
Bir devlet teşkilatı olduğu aşikar olan Hizbulkontra, 90’lı yıllarda faaliyetlerini geliştirdi ve Kurdistan’da binlerce sivili katletmesiyle, bugünki ününe kavuştu. Katliamların yurtsever Kürt halkı ve devrimci, demokrat kesimlere yapılması ise o günlerde bu yapının arkasındaki gücün devlet olduğunu ortaya koyuyordu. Öyle ki, PKK Lideri Abdullah Öcalan, Hizbullah’ın katliamlarının ardında bir devlet gücü hatta NATO’nun Gladyo’su olduğunu belirtmişti. Bu belirleme aslında geleceğe de ışık tutuyordu. Öyle ki 1993 ile 1997 yılları arasında Batman Valisi olan Salih Coşkun Şarman’ın dönemin Başbakanı Tansu Çiller ve üst düzey emniyet, istihbarat ve ordu görevlileriyle yazışmalarının ortaya çıkması bunu daha net göstermiştir. Yazışmalarda Hizbulkontra’ya silah ve para desteği talep eden Şarman’a her seferinde talep ettikleri verilmiş ve örgütün kurucusunun devlet olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Şarman 2005 yılında mahkum olsa da 16 ay sonra tahliye edilerek, adeta yaptığı katliamlar sebebiyle ödüllendirildi.
AKP’yi kuran Milli Talebe Birliği üyeleri ve dolayısıyla NATO Gladyo’su, Filistin’de Hamas’ı örnek alarak Hizbulkontra’yı kurdu. Yaklaşık 20 yıl boyunca Kurdistan’da sayısız katliam yapan bu örgütün arkasındaki güç AKP, 2001’de iktidara gelince, örgütün çökertildiğini söyledi. Örgütün kurucusu olan Hüseyin Velioğlu, bir devlet geleneği olarak 2000 yılında ortadan kaldırıldı. Yine örgütün üst düzey isimleri yurtdışına çıkartıldı. Binlerce üyesi ve militanı olduğu söylenen örgütten yalnızca 295 kişi tutuklandı. Bunlar da AKP iktidarı döneminde peyder pey serbest bırakıldı. Geçmiş dönemde kabul edilmeyen ilişkiler ise son dönemde artık kurulan ittifaklar ile alenen söyleniyor. En son 14-28 Mayıs Genel seçimlerinde resmi olarak kurulan ittifak, şimdi yerel seçimler için de devam ediyor. Süleyman Soylu’nun ‘Büyük Devlet Aklı’ diye bahsettiği bu ittifakın geçmişte yaşattıkları, geleceğe ışık tutuyor. Kurdistan’da kurulmak istenen Hamas’a, Kürt Özgürlük Hareketi müsade etmedi, yerel seçimlerde de Kurdistan halklarının bu ittifaka gerekli cevabı vereceği aşikar.
Kaynakça: