Karantina sürecinde evlere hapsolanlar bir döneme damgasını vuran eski dizileri tekrar izleme şansına sahip oldular. Yeditepe İstanbul gibi bazıları ise ekrana hiç gelmedi. “Kimse kendi hikâyesini sevmiyor”, dizide geçen ve akılda kalan diyaloglardan birisi idi. ABD Minneapolis’te George Floyd’un ırkçı polisler tarafından boğularak öldürülmesinden sonra devlet ricali tarafından ortaya konulan tepkiler bu dizi diyalogunu hatırlattı. TRT, “ABD’de polis şiddeti bu kez cezasız kalmadı” üst başlığı ile girdiği haberi, “Minnesota eyaletinin Minneapolis kentinde, George Floyd isimli bir siyahiyi gözaltına alırken ölümüne neden olan polislerin işine son verildi” diyerek tamamladı. Nijeryalı Festus Okey, Beyoğlu karakolunda öldürülmemiş; Suriyeli Ali El Hemdan, Adana sokaklarında polis tarafından katledilmemiş; 12 yaşındaki Uğur Kaymaz kapısının önünde, Kemal Kurkut yüz binlerce insanın gözü önünde vurulmamış; Ceylan Önkol hiç yaşamamış gibi rahat bir açıklama yaptılar. Kendi ülkesinde polis tarafından işlenmiş cinayetleri görmezden gelen, son haftalara damga vuran polis zorbalığına kulaklarını tıkayan kurum, söz konusu ABD olunca sözünü esirgemeden konuşmayı tercih etti. Burada bile polis tarafından işlenen cinayetin cezasının işten el çektirmekle sınırlı olduğu mesajını vermeyi eksik etmedi. Devlet adına konuşan yetkililer üst perdeden ABD’de meydana gelen polis terörünü kınayıp ırkçılığı protesto ettiler. Herkes başkasının ırkçılığını konuşmayı, başkalarının cinayetlerini lanetlemeyi seviyor.
Amerika’da başlayan fırtınayı, ırkçı polisin George Floyd’u vahşice öldürmesini ve sokakların alev aldığı gösterileri sadece ırkçılığa karşı tepki olarak okumak eksik olacaktır. Ayaklanma, salgın nedeniyle 100 binden fazla kişinin hayatını kaybettiği, 30 milyona yakın insanın işsiz kaldığı bir coğrafyada meydana geliyor. ABD’de nüfusun yarısına yakını ya yetersiz sağlık güvencesine sahip ya da hiç güvenceleri yok. Bu güvencesiz kesim ağırlıklı olarak siyahlar ve Latinlerden oluşuyor. Ölenlerin büyük çoğunluğunu da bu gruplar oluşturuyor. Hizmet sektörünün büyük bölümünü oluşturan bu kesimler, çoğunlukla özel sigortaya dayanan sağlık hizmetlerine erişemiyor. Yani salgın koşullarında geçimlerini sağlamak için hayati risk altında çalışmak zorunda kaldılar. Aynı şekilde, işsizlik ve yoksulluk bu gruplar içerisinde korkunç seviyelere ulaşmış bulunuyor. Salgın karşısında Trump iktidarının pervasız ve boş veren açıklamaları, düşmanlaştırıcı söylemi devlet politikası haline getirilip polis saldırısına zemin hazırlarken, ayaklanmanın da tohumlarını ekmiş oldu. Amerika’da siyahların yaşadıkları zorluklar, maruz kaldıkları baskılar, polisin ve yargı sisteminin siyahlara karşı ırkçı tutumu ve yoksulluk öfkeye dönüşüp iki kelimelik cümlede ifadesini buldu: “Nefes alamıyorum!”
Benzer bir durum ülke coğrafyasında ağırlığını artırarak hissedilmeye başlandı. İktidar, salgın karşısında halkı kendi başının çaresine bakmaya, işçileri ölümüne çalışmaya zorladı. Salgın, bir yandan yoksul ve işçi mahallerinde can alırken öte yandan işsizliğin büyümesine ve korkunç bir sefalete yol açtı. Yoksul halklardan ve işçi sınıfından oy devşiren iktidarın, bu taban üzerinde rıza üretme koşulları azalmaya başladı. Tam bu dönemde bir din, artan oranda siyasallaştırılıp bir rıza kurumu olarak öne çıkarken öte yandan toplum terörize edilmeye başlandı. Ölüm ve tecavüz listeleri televizyonlardan yayınlanırken sosyal medyaya sanatçıları, aydınları, siyasi kişilikleri hedef alan tehdit mesajları düşmeye başladı. Bunlara mezarlık ve cenazelere saldırlar eşlik etti. Son durak, HDP’yi hedef alan devlet saldırılarının CHP’yi kapsayarak genişlemesi oldu. CHP üye ve yöneticileri tutuklanmaya, hedef gösterilmeye başlandı. Yıllardır Kürdistan topraklarında en vahşi suçları rahatlıkla işleyen devlet görevlileri İstanbul, Tekirdağ, Hatay gibi yerlerde sokaktaki insana saldırmaya başlayınca polis terörü görünür oldu. Kimse kendi hikâyesini sevmiyordu ama iktidar saldırganlığı herkesi hedef almaya başlamıştı. Polis terörü nihayet fark edilir duruma geldi.
Bu noktada ülke muhalefetinin kendi hikâyesi devreye girmeye başladı. Yıllarca Kürt özgürlük hareketi ve devrimci dinamiklerden uzak durup siyasal iktidarı karşısına almayarak devletin garezinden kurtulacağını varsayanlar, korkunun ecele faydası olmadığı gerçeği ile yüzleşmek durumunda kaldılar. İktidar kendi tabanında Kürt halkına düşmanlık siyaseti üzerinden rıza üretme ve çoğunluğun sessizliğini sağlama politikasının sonuna geldiğinin farkına varınca kendi tabanında yeni rıza dinamiklerini devreye koymuş bulunuyor. Diyanet’in öteki saydığı herkese saldırarak yaratmaya çalıştığı gerilim, camiler üzerinden yaratılmaya çalışılan düşmanlaştırma politikaları, polis ve bekçi terörü ve elbette 27 Mayıs üzerinden koparılmak istenen fırtına, hep yeni rıza mekanizmalarının yaratılma çabası olarak görülmelidir. İktidar; ekonomik, toplumsal ve siyasal olarak sıkıştıkça daha fazla saldırganlaşmaktadır. Bu saldırı dalgasını kırmak, yoksulluk ve işsizlik sarmalında boğulan halklara umut olmak, korku duvarlarını yıkmak adına topluma nefes olmak gerekiyor. Kürt halkı ve devrimci dinamiklerden kaçmanın sadece gelmekte olanı hızlandırdığını, kimseyi iktidarın gadrinden korumadığını görmek gerekiyor. Saray sallanıyor. Yıkmak için Türkiye demokrasi ve emekçi güçlerinin Kürt halkı ile mücadele birliği dışında şansı yok. Halkların yan yana gelmeye, nefes almaya ihtiyacı var.