Geçtiğimiz hafta, Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) doğuşuna itilim veren “kritik etki”yi, Öcalan’ın ağzından çıktığı haliyle “Emek, Demokrasi, Özgürlük Bloku”nun kendisinin bir kongre-partiye dönüşmesi önerisinin gündeme geliş sürecini ele almış, “en büyük bileşenimiz“in onayı ve rızasıyla sonunda HDP olan şeyin bir fikirden maddi gerçeğe dönüşüm eşiğine geliş anına kadar takip etmiştik.
Geriye dönerek iki cümleyle özetlememiz gerekirse HDP’nin başlangıcında, günümüzde hakikatler bükülerek kurulan demagojik anlatının tamamen tersine “Türk Solu”nun Kürtler’e dayattığı” değil, Öcalan’ın Türkiye ve Kürdistan soluna teklif ettiği bir ortak parti formunda bir “[…] Demokratik Ulus Bloku oluş[turulması]” önerisi vardı.
Öcalan şöyle diyordu: “Benim için Türk Solu, Kürt Solu gibi bir ayrım yoktur, Kürt-Türk ayrımı da yoktur. Benim için esas olan Demokratik Ulus Bloku’dur. Ben bunu esas alırım. Beni ilgilendiren budur. […] Demokratik Ulus Bloku inşa edilirse Sol, müthiş bir başarı sağlar.”
İkincisi Öcalan, bu önerisinin “her şey”i ikame edemeyeceğinin tamamen idrakinde olarak “kongre-partisi”ne eşlik eden bir “Ulusal Konferans ve bünyesindeki bir parlamento”yu gündeme getirmiş, örnek olarak “Filistin’deki FKÖ modeli”ni hatırlatmış,” ulusal konferansın bu parlamentonun bir yürütme organını, -bir “gölge kabine”yi- oluşturması ihtiyacını vurgulamış, bir adım daha ileri giderek “Barzani’nin silahlı güçleri veya Irak Kürt federasyonu silahlı birlikleri ve diğer silahlı güçlerin koordinesi”nden ve “KCK temsilcisinin de ulusal konferansta yer alması”ndan söz etmişti.
Sonraki tartışmalar açısından, Öcalan’ın önerisinin sadece birinci değil, bir “kavram çifti” olarak, ikinci bölümüyle birlikte akılda tutulmasının önemini hatırlatmak isterim.
*____________*____________*
HDP: Bir siyasal parti formundaki devrimci hareket
“Emek, Demokrasi Özgürlük Bloku” bileşenleri, 2011’de Öcalan’ın önerilerini çok büyük ölçüde benimsediler. Ancak onun “Demokratik Ulus Kongre-Partisi” olarak önerdiği bileşik yapıyı -kısmen partiler kanunu ve AYM içtihatları nedeniyle- iki ayrı yapı halinde tasarladılar: 15-16 Ekim 2011’de 25 bölgeden gelen yerel delegasyonlar Halkların Demokratik Kongresi’nin (HDK) kuruluşunu ilan etti. Bir “seçim partisi” olarak tasavvur edilen Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) Tüzük ve Programı HDK zeminlerinde oluşturuldu ve 2012’de yapılan resmi başvuruyla HDP’nin kuruluşu hukuken tamamlandı.
Ancak HDP, “çözüm süreci” döneminde Ekim 2013’teki 1. Olağanüstü Kongresi’ne kadar siyasi faaliyet göstermedi. Siyasi faaliyetin merkezi, parlamentoda BDP-Blok, Kürdistan’da BDP olmaya devam etti. HDK ise Türkiye’deki toplumsal dinamiklerin mücadele ve faaliyetlerinin örgütlenmesi ve eşgüdümü ile Barış ve Demokratik İslam Konferans’larının toplanmasına yoğunlaştı.
Bütün bu açıklamalardan sonra da Halkların Demokratik Partisi (HDP) yüzeysel bir bakışla mevcut partiler mevzuatı çerçevesinde kurulmuş; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın denetiminde iş gören, “demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez bir unsuru” olan diğer partiler gibi bir siyasi parti olarak görülebilir. Ama HDP ne biz, ne rakiplerimiz, ne karşıtlarımız için sıradan bir parti. Biz, bir açık siyasal parti formu içinde faaliyet gösteren bir devrimci hareketiz.
‘Geçiş Programı’
HDP’nin programı da ilk bakışta bir “demokratik reform” programını andırır. Ama, yerleşik burjuva demokrasilerinde, örneğin Britanya’da zaten olmuş bitmiş, gerçekleşmiş olanlara atıfta bulunan bir talepler listesinden ibaretmiş gibi görünebilen programımızın sadece talepler düzeyindeki ifadesinin dahi rejimin kabulleri çerçevesinde nasıl muazzam bir gerilim doğurduğunu, ne kadar güçlü bir reaksiyona yol açtığını biliyoruz. Tıpkı HDP’nin bir yasal parti formu içinde faaliyet gösteren bir devrimci hareket oluşu gibi, “radikal demokratik reformlar dizgesinden” ibaretmiş gibi tınlayan programımız da tam olarak gerçekleşmesi halinde esasen bir siyasal devrimin kapısını açacak olan bir “geçiş programı” olarak tasarlanmıştır.
Bu vesileyle Programımızda “Partinin Hedefleri”* başlığı altındaki bölümlerin, önümüzdeki dönem boyunca bizi meşgul edeceği anlaşılan “kaba sosyalist” ve “milliyetçi” saldırılar bağlamında dikkatle değerlendirilmesinin önemini hatırlatmak isterim.
Bu program hedefleri, hukuki mevzuatta hiçbir kriminalizasyona imkan vermeyecek olsa da, Osmanlı Devleti’nden arta kalan tüm millet ve milliyetler ile topluluklardan “tek bir Türk milleti yaratma”yı hedefleyen ve kendisini “tek milletin tek devleti” olmakla meşrulaştıran mevcut Cumhuriyet’in “milli hakimiyet” prensibine bir tür meydan okuma olarak görünür. Bu hedefler formülasyonu, “bütün halkları”, dolayısıyla Kürdü her düzeyde özgürleştirerek, onu hukuken tanıyarak, Türk’le hukuk karşısında eşit kılarak kendi ana diline ve kültürüne sahip çıkabilmesi için ona yeni olanaklar sağlayarak, anadilinde eğitimin kapısını açarak, kendi kendisini yönetmesini meşru yerel dayanaklara kavuşturarak eski hakimiyet şeklinin tüm mantığını yerle bir eder. Evet, bayrağına bu hedeflere barışçı yoldan ulaşmayı yazmıştır ama bu, bu hedeflerin devletin “Türkçü” çelik çekirdeği açısından siyasal düzlemde casus belli -savaş nedeni- sayılmasını engellemez.
HDP, programından hareketle, bütün yerel yönetimler -ve elbette Kürdistan’daki yerel yönetimler için de- üretimden ve doğal kaynakların işletilmesinden sağlanan zenginlikten hak ve pay talep eder ve bunlara merkez tarafından el konulması ve merkez tarafından, bürokratik merkezi yönetim ihtiyaçlarına göre dağıtılması prensibine son vermek ister.
Çözüm süreci ve çöktürme harekatı
Programın siyasete tercüme ettiği bu dinamiklere baktığımızda HDP’nin adını “Halkların Devrimci Partisi” olarak koymamakla birlikte kendisini itinayla işlenmiş bir devrimci tasavvur çerçevesinde, fiilen cumhuriyetin yok etmekle görevli addettiği farklılıkların ezilenler kutbundaki öznelerinin meşruiyeti üzerine yerleştirerek kurmuş olduğu görülür. HDP’nin büyük radikalliği ve düzenin bütün unsurlarını tedirgin eden demokratikliği buradadır ve rejim için bir tehdit olarak görünmesi bu nedenledir.
Nitekim çözüm süreci dönemi egemen sınıflar için bu algının sınanması açısından çok öğretici oldu. Süreç sonlandırılırken gerekçe diye ortaya sürülen bütün o malum “PKK silah bıraktı, bırakmadı”, “hendek kazdı, kazmadı” argümanları merkezi sorunsal bakımından tali önemdedir. Bunlar egemen sınıfın kimi kararlarında etkili olmuş, kimi güvenlikçi adımlarını gerekçelendirmede rol oynamış olabilir ama asıl mesele Türkiye’nin ve Kuzey Kürdistan’ın eski bukağılarından, yazılı olmayan “koloni statüsü”nden kurtulmaya başlamış olmasıydı. Rejimin “çözüm ve müzakere”den rücu edişi, mevcut devletçiliğin “Türkçülük” ve “Türklük” esaslarına ve bunların öncelik, birincillik ve hakimiyetine meydan okuyan yeni bir toplumun merkezin dil, kültür, inanç, ekonomik güç, cinsel yönelim dayatmalarını çelerek de facto -fiilen- eşit hakla yükselmeye başlıyor olmasındandı; mevcut egemenliğin bir daha geri gelmeyecek şekilde elden çıkmasının gerçek bir ihtimal halini almasıyla ilgiliydi.
O yüzden -biz bu “beka” lafını biz biraz alaya alsak da- onların cephesinden bakıldığında Fırat’ın doğusundaki kaynaklar, nüfus, coğrafya, tarımsal alanlar, hatta devlet sınırları üzerindeki iddiasını sürdürebilecek araç ve gereç, donanım ve yetkiden artık mahrum bırakılmış ya da bunlara tasarruf için orada yaşayanların onayına muhtaç bir devlet tasavvurunun, Ankara’da bu devletin başında duran ve kendilerini daima devletin başı olarak görmüş olanların gözünde dünyanın sonu demek olacağı apaşikardı.
O yüzden genel demokratik prensipler açısından standart sayılabilecek programımızdaki tüm taleplerin gerçekleşmesi, Türkiye’nin özgün koşullarında bir iç sömürge müktesebatı üzerinde kurulmuş olan devlet zihniyeti çerçevesinde her şeyin sonu olarak görülebilirdi ve öyle de görüldü.
“Çözüm süreci”, merkezi iktidarı kontrol eden güç açısından o dönemde barışın savaştan daha kârlı olabileceği varsayımıyla başlamıştı. HDP’nin ve Türkiye devrimci güçlerinin -nesnel çelişkilerin gelişme düzeyinin elverişsizliği bir yana- aşağıdan gelen bir hareketlilikle Türkiye’yi Kürdistan’daki dönüşüme eşlik edebilecek bir momentuma ulaştırmaktaki zayıflığımız da sürecin sonlandırılmasını kolaylaştırmış olabilir ama bunun asıl nedeni programımızın bir siyasal akış doğrultusu sunduğu gerçek özgürlük potansiyellerinin ve harekete halindeki tarihsel birikimin bu radikalliğiydi.
HDP’nin ‘tekleşmesi’
Bu ilkeler ve hedefler parlamentoda BDP-Blok, parlamento dışında HDK’nin iki yıllık aktivizmi içinde görünürlük kazandı, vücut buldu. HDK’nin kendi içinden çıkarttığı, vücut verdiği HDP bu ilke ve icraatın çoğunu devraldı. Bunları hala da sürdürüyor.
Fakat öyle oldu ki, HDK Türkiye’ de ki siyasetin geleneksel işleyiş kalıplarına, siyasetin gündelik bilinçte ve müesses nizam içindeki kavranışına yenik düştü. Geleneksel siyasette halka düşen oy vermektir ama bir partiye oy verirsiniz, bir kongreye oy vermezsiniz. Siyaset genel olarak oy verme yoluyla yapılır. Bu zihniyet her ne kadar Kürdistan’da kısmen dönüşmüş olsa da daha batıya gittikçe, ara bölgelere örneğin Malatya, Elazığ, Erzincan, Antep’e yaklaştıkça merkezle özdeşleşmeye başlar ve Türkiye’nin batısına Karadeniz’e, Çukurova’ya, Ege’ye, Trakya’ya geldiğinizde siyaset genel olarak oy vermek-oy almaktan başka bir ilişki olarak okunmaz.
HDP’nin Türkiye’nin tamamında siyaseti merkeze almasının zorunlu kılan paradigmasının da gereği olarak sadece ya da esasen Kürdistan’da değil, bütün satıhta siyaset yapmaya uygun olarak şekillenmesi dolayısıyla söylemimiz ve siyasetimizde parlamento git gide daha çok merkeze geldi ve yerleşti. “Çatışmasızlık ve çözüm” dönemi bu sürecin parlamentodan ifadesi görevini üstlenmiş olan yapıya ister istemez standart olarak öngörülmüş olandan daha büyük bir derinlik kazandırdı. Dönemin sözcülerinin bu ihtiyacı çok iyi ifade eden postürleri, imajları ve bununla birlikte kazanılan söz gücü, medyanın bu sözde ifadesini bulan politik geleceğe yaptığı yatırım, demokratik kamuoyunda oluşan sempatiler ve Türkiye’de barışa duyulan büyük ihtiyaçla beraber bunu büyük bir enerjiyle dillendiren HDP, genel hareketin topoğrafyasında geri kalan her şeyi örttü; yani toplumsal derinliği gözden sakladı. Gözlerini parlamenter faaliyet alanına dikmiş olması, HDP için aslında fokurdayan kazanın dibindeki hayatı görünmezleştirdi ve yukarıdaki “barışçı” ve “demokratik” söylem, hakikatin kendisiymiş gibi oldu. HDK’nin bütün damarları bu akış içerisinde kendilerini kaybettiler ve bir süre sonra HDK HDP tarafından yutulmuş oldu. Bu esasen Kürdistan’da DTK’nin başına gelenler için de geçerlidir. BDP’nin HDP’ye dönüşümünden, HDP’nin Kürdistanî siyasetin temsilini de devralmasından sonra, HDP bir taşkın gibi, Kürdistan dinamiğinin siyasi ifadesi olarak geride bıraktığı Demokratik Bölgeler Partisinin (DBP) de Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) de önüne katıp götürdü.
Herkes, Öcalan’ın önerisinin, prestijli, göz önünde, dillere destan, medyatik bir statüye kavuşmuş olan birinci bölümüne odaklanmış, ama bütün bu dönem içinde, HDP’nin asıl güç kaynağı olan Kürdistan -sadece kuzey değil bütün parçalar- için önerdiği hamlelere kimse talip olmamıştı. Öcalan her zaman olduğu gibi, Türkiye-Kürdistan diyalektiği içinde düşünüp önerirken, pratikte ele geçen, hiçbir zaman Kürdistan’ı kendi çokluğu içinde tamamen kapsaması mümkün olmayan bir açık partiden ibaretti.
Kriz
2011’de yukarıda en soyut düzeyde mükemmel bir “kavram çifti”yle başlayan tasavvur süreci siyasal pratikte hiçbir zaman hakikaten gerçekleşmesi mümkün olmayan “her şey için HDP” sığlığında son buldu. Partinin, simetriğinden yoksun kaldığı koşullarda bu konuma sürüklenmesi aslında işin tabiatı gereğiydi. Fakat bir adım sonra, şöyle ya da böyle bu dalga düştüğünde ne olacağına dair ne HDP’nin bir stratejik planı vardı, ne de geride buna stratejik bir derinlik içerisinden bakan bir taban dinamiği kalmıştı.
Nitekim HDP 7 Haziran 2015’te Türkiye’nin iki kutuplu siyasî mimarisine tam ortadan, bodoslama bir darbe vurarak kendisini getirip müesses siyasetin anayolunun ortasına koyunca müesses nizamın bütün parametreleri sarsıldı HDP “çöktürme harekatı”nın hedefi oldu. O günden beri bu krizin içerisinde yaşıyoruz.
Şimdi, bu kriz HDP’ye esasen kuruluşunda, ne siyasal ne tarihsel olarak talip olduğu, tabiatı ve yapısının gerçekleştirmesine imkan vermediği bütün görevleri fiilen yüklemiş durumda. HDP, hem HDK’nin görevini yapacak; hem DTK’nin görevini yapacak; hem kadın hareketini taşıyacak; hem emek hareketini taşıyacak; hem Kürt mücadelesini taşıyacak; hem Alevi mücadelesini taşıyacak. Üstelik bunları kanuna nizama riayet ederek yapacak ve müesses nizam bunu kendi temellerine karşı bir devrimci mücadele olarak kavrayıp HDP’ye karşı devrimci metotlarla yüklenirken, parti kendisini müesses nizamın sınırları içerisinde kalarak savunacak. Yani elleri arkasından bağlanmış bir parti üç koluyla birden – gayri nizami bütün kuvvetleri de devreye sokarak- saldıran bir müesses nizam koalisyonu ile mücadele etmek zorunda kalacak.
Bu kaçınılmaz olarak bizi ikinci bir soru ile karşı karşıya bırakıyor: Bundan sonra nasıl olacak da süreç nizami olmaktan çıkıp -zaten çok kısa bir süre kısmen nizami olmuştu- gayri nizami, olağanüstü bir alana taşınırken HDP devrimci karakterini muhafaza ederek, her şey olduğu bir bağlamdan bir şey olacağı başka bir bağlama nasıl taşınacak?
Önümüzdeki Kongre döneminin bütün tarihsel anlamı ve varlık nedeni yaşamın önümüze getirip koyduğu bu sorunun doğru yanıtını bulmak üzere bir birlikte düşünme süreci olmasında. Kıymetini bilirsek, bu süreçten güçlenerek çıkmamız pekâlâ mümkün. Gramsci’nin dediği gibi “Hakikati söylemek, hakikate birlikte ulaşmak komünist ve devrimci bir eylem” ise tartışmayı yalnızca örgütsel, yapısal hakikatimizle sınırlayamayız, dönüp siyasal hakikatimizi de birlikte gözden geçirmeye zorunluyuz.
______________________________________
* https://hdp.org.tr/tr/parti-programi/8/
Haftaya: Halkların demokratik geleceği -III
“Üçüncü Kutup”: Strateji ve taktik