Ahlam Al-Beşiri, “Bilal”, Yasir Al-Korali, “Hacı”, Ahmad Carkas, Ammar Carkas, Halil Menci, Ahmad Hac Hasan, Hüseyin Güneş, “Hüsam”… Süleyman Soylu’nun “baktığı” İstiklal Caddesi patlamasıyla irtibatlandırılan ilişkiler ağı içinden “yakalanarak” “katliam failleri” diye önümüze atılanlar bunlar.
Ortak özellikleri, hemen hepsinin Arap olması, ya da anadilinin Arapça olması, sızdırıldığı kadarıyla Emniyet ve Savcılık ifadelerinde en çok geçen sözcükler yaşadıkları yerler olan, etnik temizlikten geçirilmiş Halep, Efrîn ve İdlib. Hepsinin yolu bir şekilde Ankara’nın eğitip donattığı Özgür Suriye Ordusu’yla (ÖSO) ya da diğer cihatçı yapılarla kesişiyor. Kendileri ya da yakınları ÖSO’da savaşmış, ölmüş, yaralanmış, bundan gururla, bir imtiyaz vesilesi olarak söz ediyorlar.
Üstelik bütün bu bilgilerin bir araya gelmesi için, habercilerin, araştırmacıların ve AKP içi çekişmedeki “Pelikancılar”ın resmî, gayriresmî bilgileri parça parça ele geçirmesi ve deşifre etmesi gerekiyor. Bakan Süleyman Soylu, “baktığı” bu katliamda görünenlerin kamuoyunca bilinmesini istemiyor. Emniyet, “şüpheli”lerin ÖSO bağlantılarını medyadan ve kamuoyundan saklayarak, hangi pazarlıklar sonucunda Ahlam Al-Beşiri’nin ifadesine monte edildiğini henüz bilemediğimiz “tehditle YPG tarafından istihbarat elemanı olarak eğitip İstanbul’a gönderildim” ifadesini servis ediyor.
Ancak önemli bir başka ayrıntı daha var. 16 Kasım’da DHA tarafından İstanbul Emniyeti’nden sızdırılan ilk ifadesine göre Ahlam Al-Beşiri “Bombalı eylem talimatını ‘Hacı’ kod adlı terörist verdi. Ben bankta otururken başka bir örgüt üyesi fotoğrafımı çekti. Hacı kalabalığa baktı ve patlat talimatı verdi. Ben de o talimatın ardından banktan kalktım ve bombayı patlattım” diyordu.
Bir gün sonra gene DHA tarafından servis edilen ifadesinde Al-Beşiri’nin Emniyet’ten, bombayı patlatma sorumluluğundan kendisini kurtaran bir ifadeyle çıktığı görüldü: “Hacı beni aradı, ‘Çantaları bırak ve oradan uzaklaş’ dedi. Ben kalkıp uzaklaşmaya başladım, sonra da patlama meydana geldi.”
“Şeytan” bu ayrıntıda gizli. Alış-veriş iki taraf için de kârlı ve “win-win” ilkesine uygun. Alham Al-Beşiri ikinci ifadesiyle, başka tanık ve kanıtların yokluğunda ilk fırtınayı atlatıp “kellesini kurtarırken”, rejim “sürekli savaş” stratejisini seçimler döneminde şiddetlendirerek sürdürmek için muhtaç olduğu mesnede kavuşmuş oluyor. Evet, bir ÖSO’cudan bir YPG’li yaratmak zahmetli ve kanlı bir süreç ama “Allah’ın lütfu” sayesinde aşılmayacak güçlük yok…
Bu anlatıya göre, şimdi rejimin kamuoyuna sunduğu yepyeni bir PKK sureti ve elbette yepyeni bir paradoks var karşımızda. Rejimin yeni öyküsüne göre Süleyman Soylu’nun “yok oldu, öldü bitti” diye anlattığı PKK, meğerse Kürt değil Arap kimliğinde “basübadelmevt” eyliyor. Rejimin işgal ederek “etnik temizlik” uyguladığı Kuzeybatı Suriye’de Halep, Efr’in ve İdlib’de örgütleniyor, Ankara’nın eğitip donattığı ÖSO mensupları arasında kol geziyor, ne isterse yaptırıyor: Arap ırkçısı ve Selefi cihatçıları kandırıp kiralıyor. Bir kelime Kürtçe bilmeyen ve Kürtlerin davasına düşman insanları şantaj, tehdit ve rüşvetle çalıştırıyor… Öyleyse, ne yapmalı?
Çare hiçbir zaman değişmiyor, “öyleyse Kuzeydoğu Suriye’ye saldırmalı.” Görüyoruz ki Soylu boşuna servis etmiyor o ifadeleri: “Elemanlar, Afrin ve İdlib’den, ama emir Kobanê’den…”
Rejimin bu siyaseten, mantıksal olarak, askeri olarak bir türlü başı sonuna bağlanamayan anlatısının, Kobanê’ye bir kara saldırısı için gerekçe olabilmesi, “normal koşullar”da akla ziyan bir sayıklama olarak görülebilirdi.
Ancak AKP ve cemaat kumpasından canlarını zor kurtarmış, kül yutmaz polis şeflerinin, kendilerine “stratejik analist” payesi biçmekten yüksünmeyen “deneyimli” habercilerin de İstiklal Caddesi katliamı sonrasında kendilerini rejimin “kiralık Arap işbirlikçi” tezine ikna etmekte hiçbir güçlük çekmeyişlerine bakınca, Erdoğan ve Soylu’nun bu insan malzemesine neyi isterlerse onu yutturmakta hiç de çaresiz, onları küçümseyişlerinde hiç de “haksız” olmadıkları görülüyor.
Bu, her yerinden dökülen pejmürde komployu deşifre etme sorumluluğunun zahmetiyle uğraşmaktansa hiçbir mesnede dayanmaksızın “PKK’nın Suriye kolu YPG’nin SDG üzerinden örgütlediği ya da kiraladığı Arap milislere eylemler yaptırdığı”na inanacak kadar kendi aklına ve idrakine güvenini yitirmiş “okumuş yazmış” zümre esasen Türkiye muhalefetinin sınırlarına da işaret ediyor.
Bugün öyle görülüyor ki, toplumun savaş çağrılarının peşine takılmasını önlemenin, rejimin bekasına hizmet eden bütün savunucu gerekçelerin, ırkçı hezeyan ve fantezilerin kitlesel bir karşılık bulmasını önlemenin ve halkın demokrasi ve barış ekseninde yeniden mevzilenmesinin yolu bu devletperest “seçkinler”in fantezilerinin teşhirinden geçiyor.
Devletin bir ırkçı-mezhepçi çete tarafından fethedilmiş ve gerçekliğin bu çete tarafından durmaksızın bükülmekte olduğu gerçeğine uyanması gerektiği anda bile, onun yanılmazlığı ve “bir bildiği olduğu” masalına kendisini inandırabilen “seçkinler”, “halkın dostları” değil, rejimin dolaylı müttefikleridir. Halkın muhalefetinin kaderini rejimle barışma gayreti içindeki bu “seçkinler”den bir an önce ayırması, bir demokratik kurtuluş hamlesi için vazgeçilmezdir.