“Tıp, sosyal bir bilimdir ve geniş ölçekli düşünüldüğünde, siyaset tıptır.” (F.Engels’ten aktaran Ata Soyer). İnsanların toplumsal hayatta doldurduğu yer ve oynadığı rol genellikle onların yokluğunda açığa çıkıyor. Tıpkı Türkiye’de halk sağlığı alanında kurucu isimlerden olan Ata Soyer’in eksikliğinin bugün hissedilmesi gibi. Tüm dünyayı etkisine alan ve sonuçları da küresel olarak hissedilecek ağır bir salgın sürecinin henüz başlangıç dönemi yaşanıyor. Şu ana kadar salgına yönelik tıbbi açıklamalar neredeyse doygunluk oluşturacak bir seviyeye ulaşmış durumda. Belki de sıkıntılı olan yan burada yatıyor. Hükümetler sorunu tıbbi bir mesele olarak ele almayı ve sağlık kaynaklı tedbirleri devreye koyarak toplumu yönlendirmeyi tercih etme çabasında görünüyor. Üstelik tıbbi gerekçelerle neredeyse tüm toplumsal muhalefetin etkisiz hale geldiği bir çeşit toplumsal izolasyon yaratarak meselenin içerisinden çıkmaya çalışıyorlar. Ne yazık ki iktidarların meseleyi sağlık meselesine indirgeyen ve kendi sorumluluklarını gizleyen bu çizgisi, toplumsal muhalefetin dilinde de etkin oluyor. Sağlık meselesini sağlık politikaları ekseninde ele almayan, politikayı sınıfsal temelinden koparan çizgi halka evlerinden çıkmama çağrısı dışında fazlaca bir öneri geliştiremiyor. Meselenin sağlık yönü elbetteki çok önemli bir gerçeklik olarak ortada duruyor. İtalya örneği insanların karşısında dururken kimsenin sağlık meselesini hafife almaya hakkının olmadığının bilinmesi gerekiyor. Fakat kabul edilmesi gereken bir başka gerçeklik de sağlık krizinin hızla sosyal bir krize dönüşme potansiyeline sahip olduğu gerçekliğidir. Mesele, politik bir meseledir.
Sosyal izolasyon, aktif ya da kısmi sokağa çıkma yasakları, toplumsal mekânların ve sosyal tesislerin kapatılması insanları ilk elden kendi içine kapanmaya iteleyecektir. Böylesi bir durumda toplumsal muhalefet etkisiz kaldığı takdirde, toplumsal davranış kabiliyetini yitiren bireyler devletin insafına terk edilme durumuyla yüz yüze gelecektir. Devlet, toplumun atomize edilmiş fertleri ile iletişimi tekeline almak isteyecek, muhalif yapıların bu bireyler ve toplumsal gruplarla temasını engellemeye çalışacaktır. Nitekim İçişleri Bakanlığı her çeşit yardım ve dayanışmayı kendi tekeline alan, devlet dışı unsurları yasaklayan bir genelgeyi yayımlamış bulunuyor. Böylece, salgın krizi sürecinde toplumsal muhalefetin halkla temas yüzeyini genişletme ihtimali olarak gördükleri her türlü toplumsal dayanışma ağının önüne geçmeyi planlıyorlar. İktidar, tüm toplumsal yıkımlarda olduğu gibi salgın durumunu da fırsata çevirmeyi düşlüyor.
Henüz sürecin başlangıcında olunduğu söyleniyor ve esas ağırlaşmanın hafta içerisinde ortaya çıkacağı tahmin ediliyor. Salgının yayılmasında ve ölümlerde görülecek yaygınlaşma eğiliminin daha yıkıcı sonuçlara yol açacağı, sokağa çıkma yasaklarının gündeme gireceği hesaplanıyor. Üst ve orta sınıflar böylesi bir süreci sosyal-ekonomik imkanları ve çalışma koşulları nedeniyle göğüsleme şansına sahip olacaklardır. İşçi sınıfı ve yoksul halk kitlelerinin böylesi bir süreci uzun süre göğüsleme şansı yoktur. Kabul edilmelidir ki bugün için sağlanan sokak yasağı, çalışmak ve karnını günlük doyurmak zorunda olan milyonlar için uzun soluklu uygulanabilir bir yöntem olmayacaktır. Bu noktada ya devlet tüm kaynaklarını seferber edecek ya da halk kendi başının çaresine bakmak durumunda kalacak, iktidar da sessiz bir onayla bunu izleyecektir. İktidarın halk kitleleri için kolonya ve dua dışında hiçbir tedbirinin olmadığı ortada olduğuna göre ilerleyen sürecin bir sosyal krize ve insanların kendi yöntemleri ile çözüm aradığı bir döneme evrilmesi olasılığı yüksek görünmektedir. Devrimci hareketler ve toplumsal muhalefet tam da bu sürece hazırlanmak durumundadır. En başta sosyal medyayı işgal eden salgın görüntüleri ve sağlık tedbirleri bir kenara bırakılmalıdır. Sağlık önerileri yapıldı ve sağlıkçılar tarafından yapılmaya devam ediliyor. Siyasal hareketler, siyasal olanla ilgilenmelidir. Devrimcilerin önünde, insanlara “evde kalın” demek yerine uygulanabilir önermeler geliştirme görevi bulunuyor. Solun tekil yapılarının böylesi süreçte propagandadan ötesine geçmeye güçlerinin yetmediği artık görülmeli, birleşik bir odağın yaratılması için harekete geçilmelidir. Bu bağlamda “halk kitleleri devletin insafına bırakılamaz” teziyle harekete geçilerek başta büyük sendika ve kitle örgütlerinin içerisinde olduğu, toplumsal ağırlığı olan sanatçı, akademisyen ve aydınları da kapsayan çok geniş olmayan bir toplumsal odak oluşturulmalı, dayanışma bu odak üzerinden organize edilmelidir. Devletin en büyük korkusu böylesi bir odağın devreye girmesidir. Devletin boşalttığı geniş toplumsal alana değebilecek böylesi bir odak, esas olarak devlete baskı yapan ama halka seslenen bir çizgi ile hareket etmeli, halkın olası tepkilerini koordineli bir toplumsal eyleme dönüştürmeye çalışmalıdır. Pek bilinmeyen ve sonrası kestirilemeyen bir sürecin içerisinden geçildiğinin bilinciyle hareket etmek gerekiyor. Öncelik, toplumsal dayanışma ağlarını geliştirmek, olası tepkiyi örgütlü hale getirecek ilişkileri olgunlaştırmak ve siyasal iktidarın karşısına alternatif örgütlenme ile çıkmak olmalıdır. İktidar ve dayandığı mülkiyet ilişkileri pelte pelte dökülürken alternatif örgütlenme yaratılamazsa toplumsal muhalefet daha fazla dağılacaktır. Toplumsal muhalefet, iktidara çağrı yapmaktan vazgeçip halka seslenmeye başlamalıdır.