Kapitalist toplumda devletin üç işlevi vardır: 1. Sermayenin hareketine uygun koşulları oluşturmak; 2. Özel sektör [sermaye] tarafından asgari düzeyde bile karşılanması mümkün olmayan ‘kamu hizmetlerini’ sağlamak; 3. Zenginleri yoksullardan korumak… Neoliberal küreselleşme çağında durum değişti. A’dan Z’ye her şey özelleştirildiğine, bir kâr aracına dönüştürüldüğüne, ‘müştereklerin’ yerinde yeller estiğine göre, artık devletin işlevi ikiye inmiş bulunuyor. Sermayenin sömürü, yağma ve talan koşullarını oluşturmak ve zenginleri yoksullardan korumak! Dünyada ve Türkiye’de 1980 sonrasında olup-bitenleri şöyle bir hatırlamak ne demek istediğimi anlamaya yeter… Devletler artık toplumu kanını emen vampirlere dönüşmüş bulunuyor… Hükümetler münhasıran küresel oligarşiler koalisyonunun hizmetinde… Artık dünya şirketlerin dünyası… Her ülkenin oligarşisi küresel oligarşinin bileşeni. Halk düşmanı, doğa düşmanı, insanlık düşmanı cephede yer alıyorlar. Tabii bu arada vatan-millet, milliyetçilik, ‘yeli-milli nutukları’ da atılmaya devam ediyor… Sabahtan akşama milli marş okusa, ‘bir karış toprağımızı vermeyiz’ nutukları atsa neye yarar… Toprağın altı-üstü çoktan “yerli-yabancı” sermaye tarafından gasp edildikten sonra…
Kapitalist toplum işçi sınıfının (proletaryanın) emeğinin sömürüsüyle yol alır. Lâkin şimdilerde öyle değil. Sadece işçi sınıfı değil, dar bir sermaye sınıfı (oligarşi) dışında kalan tüm toplum sınıfları sömürüye maruz. İşte çiftçiler, köylüler (şimdilerde köyler defterden silinmekte), küçük esnaflar, emekliler, kadınlar, tüketiciler… Nerdeyse dar bir sermaye sınıfı dışındaki tüm toplum kesimleri proleterleşti, üretmek ve yaşamak için gerekli araçlar ellerinden alındı… Toplumu bir arada tutan ‘müşterekler’ (ortak yaşam alanları ve kaynakları) de sermaye tarafından gasp edilmiş durumda… 1980 sonrasında ‘özelleştirmeler’ bir kurtarıcı olarak sunulmuştu… Eğer kamuya ait işletmeler sermayenin eline geçerse, özelleştirilirse, daha verimli hale gelecekleri söylendi… Oysa asıl amaç büyüme sıkıntısı çeken sermayeye yeni değerlenme alanları açmaktı… Müşterekler de özelleştirildi… Oysa, müştereklerden yoksun bir toplumsal yaşam mümkün değildir. Müşterekler toplumu- insanları- bir arada tutan tutkaldır… Artık sermayenin sömürüsüne maruz olmayan hiçbir şey yok… Sadece işçilerin emeği değil, insan ve toplum yaşamının tüm veçheleri ve doğa sermayenin değerlenmesinin, kâr etmesinin hizmetinde…
Olup-bitenleri şöyle bir hatırlamak, doğanın nasıl utanmazca yağmalandığı, yaşam kaynaklarının nasıl talan edildiği hakkında bir fikir verecektir… Şimdilerde devletler topluma ve doğaya savaş açmış durumda… Sermaye, insan ve toplum yaşamının tüm veçhelerinden, üretilen ve tüketilen her şeyden her aşamada kâr ediyor… Artık ‘teknik bilim’ münhasıran kâr etmenin, sömürüyü, yağma ve talanı büyütmenin, ‘sosyal bilim’ denilen de olup-bitenleri meşrulaştırmanın, kabullendirmenin, dayatmanın hizmetinde… Bilim ve ‘ileri teknoloji’ fetişizminden kurtulmadan, şeyleri adıyla çağırmadan yıkım da pupa yelken yol almaya devam edecektir…
Savaş denince sadece devletler arasındaki çatışma anlaşılıyor. Oysa asıl savaş ‘sınıf savaşıdır’…devletlerle halklar arasında savaştır… Yüz yüze geldiğimiz tüm kötülüklerin gerisinde kapitalizmi ‘insanlığın normal hali’ saymak yatıyor… Sömürü, yağma ve talan ‘büyüme’, ‘kalkınma’, ‘ilerleme’ adına meşrulaştırılıyor… Egemenler ‘gelecekte her şey güzel olacak’ diyorlar ve her şey sarpa sarmaya devam ediyor… Geleneksel ideoloji (dinler), asıl kurtuluşun ölümden sonra ‘öteki dünyada’ mümkün olduğunu vaaz ediyorlardı… Burjuva çağında kurtuluşun bu dünyada ama ‘gelecekte’ mümkün olduğunu söylüyorlar… Lâkin o ‘mutlu gelecek’ bir türlü gelmiyor… Hedef ufukta bir çizgi gibi hep uzaklara kayıyor…
Ekonomi büyüyecek, sorunlar çözülecek deniyor. Onca büyümeden sonra hesap ortada değil mi? Oysa, kapitalizm dahilinde büyüme kalkınma değildir. Orada büyüyen sermayedir ve ancak insan ve doğa aleyhine gerçekleşebilir… Kapitalizm insana ve doğaya zarar vermeden yol alamaz… Devlet ve kapitalizm madalyonun iki yüzüdür… Termik santraller, her dereye kurulan HES’ler, maden ocakları, taş ocakları, otoyollar, vb. kirletme ve yok etme aracına dönüştü… Son 20 yılda 3.5 milyon hektar (35 milyon dekar) toprak büyüme, kalkınma adına kullanılamaz duruma gelmedi mi? Şimdilerde modern teknoloji harikası ‘iş makinaları’ tam birer canavara dönüşmüş durumda. Önlerine çıkan her şeyi ezip geçiyorlar. Hiçbir canavar onlarla yarışamazdı…
Soluduğumuz hava zehirli, içtiğimiz su kirli, toprak yorgun, yediklerimiz hasta ediyor…. Sağlık bakımı özelleştirilmiş, hastaneler ticarethaneye, kapitalist işletmeye dönüşmüş… Kapıdan girdiniz mi vezneyi gösteriyorlar… Vergiler tam bir talan halini almış… İyi de bütün bunların faili kim? Bunca yıkıma, bunca kepazeliğe rağmen kapitalizmin hala ‘insanlığın normal hali’ sayılması, burjuva devletin kutsanmaya devam edilmesi rahatsız edici değil mi?
Yüz yüze geldiğimiz sayısız sorunlar, sosyal kötülükler (işsizlik, yoksulluk, açlık, sefalet, aşağılanma), ekolojik yıkım, iklim krizi, etik yozlaşma, ‘kötü politikaların ve politikacıların’ değil, ‘kötü sistemin’ eseri… Sanıldığı gibi, ‘iyi politikacılar iyi politikalar’ uygularsa, sorunların çözüleceği beklentisinin bir karşılığı yok! Zira, kapitalizm insafa gelebilir, ehlileştirilebilir bir sistem değildir. Esasen bu tüm üretim tarzları, tüm uygarlıklar için de öyledir… Her uygarlık, her üretim tarzı, her sosyal formasyon ‘belirli bir mantığa göre işler’, o mantığın dışına çıkıldığında sistem olmaktan çıkar…
Gelinen aşamada iki seçenek, iki yol var: Ya vakitlice kapitalizmden çıkılacak ya da insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olmayacak… Artık ataletten kurtulup, şeyleri adıyla çağırma ve gereğini yapma zamanı gelmiş olmalıdır… Aksi halde, beton, asfalt, otomobil, plastik medeniyeti yaşamın temelini aşındırmaya devam edecek…
İkinci emperyalist savaş sonrası yıllarda Paris’te bir Uluslararası Yazarlar Kongresi düzenleniyor… Kürsüye çıkan her yazar, dünya barışından, kardeşlikten, dayanışmadan, vb. söz ediyor. Bertholt Brecht dayanamıyor, doğruca kürsüye yöneliyor, mikrofonu alıyor: “yoldaşlar, gelin üretim ilişkilerini tartışalım” diyor… Ben de “gelin kapitalizmi tartışalım’ diyorum…