Ülkede henüz tüm boyutları ile hissedilmese de dünyayı kasıp kavuran bir salgın döneminin içerisinden geçiliyor. Bilim dünyası tüm gücüyle bir yandan salgını durdurmak için mücadele ederken öte yandan ilaç ve aşı geliştirmek için çabalıyor. Muhtemelen bu çaba aşıda olmasa da ilaçta birkaç ay içerisinde karşılık bulacak. Ülkeden ve dünyanın değişik yerlerinden, salgınla mücadele eden sağlık ekiplerinin yaşadığı çaresizlik ve ortaya koydukları kahramanca mücadele görüntüleri geliyor. Bu görüntülere, bu mücadelede hayatını kaybeden sağlıkçıların görüntüleri eşlik ediyor. Dünyanın pek çok yerinde hükümetler salgına karşı topyekûn bir mücadeleye girip büyük ekonomik kaynaklar ayırıyor ve sokağa çıkma yasakları ilan ederek mücadele ediyor. Buna karşılık AKP-MHP iktidarı neredeyse salgın yokmuş gibi davranmayı tercih ederek yol yürümeyi tercih ediyor. İktidarın bu tercihinin özeti “kendi OHAL’inizi ilan edin” ve “kendi karantinanızı ilan edin” çağrılarında belirginleşiyor. Bu bir sağlık tercihi değildir. Bu, politik ve doğal olarak o politikayı belirleyen sınıfsal bir tercihtir.
İddia edildiğinin aksine iktidar, salgının yayılmasını yavaşlatmak adına sokağa çıkma yasağını, yedek akçeyi tükettiği için ya da kasada para olmadığı için değil sınıfsal tercihleri nedeniyle uygulamıyor. İktidar da biliyor ki para gerekirse basılabilir ve kimse böyle bir durumda para basılmasına itiraz etmez. Fakat iktidar, devlet kaynaklarının halkın sağlığı için seferber edilmesini tercih etmiyor. Bu durumu Erdoğan, basının karşısına geçtiği her platformda ısrarla söylüyor. Başka hükümetlerin sözcüleri mikrofonun karşısına geçtiklerinde esas olanın halkın sağlığı olduğunu vurgularken Erdoğan esas olanın ekonomik büyüme olduğunun altını çiziyor. Onun ekonomik büyümeden anladığı, patronların daha zenginleşmesi ve yandaşların daha fazla semirmesinden başka bir şey değil. 100 milyar liralık paketin sadece 2 milyar lirasını halka ayırarak bunu sözden eyleme geçirmiş bulunuyor. Erdoğan meseleyi çıplak gerçekliği ile yakalıyor. Mesele bir sağlık meselesi değil siyasal bir meseledir.
Erdoğan iktidarı, salgın karşısında örtülü bir şekilde “sürü bağışıklığı’’ denilen yönelimi tercih etmiş bulunuyor. Bu sistem salgının eninde sonunda topluma yayılacağı ve toplumun zayıf olanlarının ölmesi sonrası bir dengeye ulaşacağı tezinden hareket ediyor. İngiltere’de başlangıçta denenen ama oluşan kamuoyu baskısı sonrası vazgeçilen sistem budur. Erdoğan’ın “herkes kendi karantinasını ilan etsin” dediği sistem aslında budur. İlan edilmemiş savaşlara giren iktidar, adı konulmamış sağlık politikaları ile yol almaya çalışıyor. Görülmesi gereken, bu sağlık politikasının sosyal bir politika, sınıfsal bir tercih olduğu gerçeğidir. Erdoğan, salgın karşısında patronlara kalkan olurken halka “başınızın çaresine bakın” diyor. İçişleri Bakanlığı insanlara evde kalın çağrısı yaparken ve ulaşımı denetim altına alırken de üretimin devam edeceğini ve işçi servislerinin denetim dışında olacağını açıklarken de bu sınıfsal duruşla uyumlu davranıyor. Korunması gerekenler üst ve orta üst sınıflardır. İşçilerin salgından sağ çıkan genç ve sağlıklı olanlarının ayakta kalması yeterli görülüyor. Kısaca Erdoğan politikasının özeti, “salgında patronlar yaşasın, işçilerden ölen ölür, kalan sağlar sürünsün” politikasıdır. Bu sadece Erdoğan’ın değil onunla hareket eden sermayenin politikasıdır.
İşçi sınıfı ve yoksul halkların başlarının çaresine nasıl bakacakları, bu politikanın kaderini belirleyecektir. Burada temel görev sosyalistlere, onlarla beraber hareket etmesi gereken emek ve demokrasi örgütlerine düşmektedir. Halka “başınızın çaresine bakın” demekle iktidar, milyonları salgın karşısında ortada bırakmış, bir çeşit iktidar boşluğu yaratmıştır. Devlet, yapması gereken görevi yapmadığında yapılması gerekenleri yapmaya başlayanlar bu boş alanı doldururlar ve sosyal alanda bir çeşit ikili iktidar alanı yaratırlar. Devletin halka karşı görevlerini yapmaktan imtina ettiği bu süreç, toplumsal muhalefetin doldurması gereken bir boş alan yaratmıştır. Toplumun doğru bilgiye ulaşması, dayanışma ağlarının örülüp koordine edilmesi, halkın iktidar ve sermaye politikalarına karşı yönlendirilmesi olanakları doğmuştur. Bu durumu yaratan, iktidarın sınıfsal karakteri ve seçtiği politik yönelimdir. Fakat toplumsal muhalefet şu ana kadar bu alanı dolduracak bir davranışı ortaya koymamıştır.
Neredeyse birbirinin aynı talepleri içeren çağrı metinleri yayımlamaktan, altı doldurulamayan propaganda metinleri kaleme almak ve sokak ajitasyonları yapmaktan öteye geçilememiştir. Zira iktidarın boşalttığı alan var olan güçlerin tekil çabalarıyla doldurulamayacak genişlikte bir alandır. Yapılması gereken iş, çok açıktır.
Sosyalistler, emek ve demokrasi güçleri yanlarına Kürt özgürlük hareketini alarak hızla topluma güven verecek toplumsal bir odak yaratmak üzere harekete geçmelidir. Somut benzetmesiyle bir çeşit Gezi dayanışmasının gelişmiş bir benzerini kurgulamalıdır. İktidarın karşısında topluma seslenen bir üst odak yaratılmalı, tüm devrimci güçler bu odağın altını dolduracak şekilde harekete geçmelidir. İktidar, patronların sözcülüğünü yapıyor. Toplumsal muhalefet böylesi bir süreçte halkın sözcülüğüne soyunmalıdır. Bunu yapmamanın vebali ağır olacaktır.