Halepçe Soykırımı’nı dünyaya duyuran gazeteci Ramazan Öztürk’le katliamı ve fotoğrafların hikâyesini konuştuk
Gülcan Dereli
Yıl 16 Mart 1988. Yer Halepçe. Dersim Katliamı’nın bir nevi modern versiyonu yaşanıyor. Irak-İran savaşı en acımasız şeklinde devam ederken Saddam rejimi Kürt halkının bulunduğu Halepçe’ye 5 çeşit kimyasal bomba ile saldırıyor. Saldırıyla birlikte yaklaşık 6 bin Kürt yaşamını yitirirken, onbinlerce Kürt sakat kaldı, yine yüzbinlerce Kürt, kimyasalların etkisinden dolayı yıllar geçmesine rağmen sağlık sorunlarıyla boğuşuyor. Yine sayıları net olmayan binlerce Kürt kısır oldu. Aradan 33 yıl geçmesine rağmen Halepçe’nin hâlâ yaraları sarılmadı. Halepçe, Saddam rejimin Kürtlere karşı başlattığı Enfal Katliam operasyonlarının bir parçası aslında. Enfal saldırılarında kaynaklar 100 bin ila 200 bin arasında Kürdün katledildiğini söyler. Halepçe ismi hâlâ öyle derin bir yara ki Kürdün hafızasında, her söylendiğinde bir ah çekilir. Biz de Yeni Yaşam gazetesi olarak, soykırımı dünyaya hafızalara kazınmış fotoğrafları ve tanıklığıyla duyurmayı başaran gazeteci Ramazan Öztürk ile konuştuk.
Kısa bir haber…
16 Mart günü bir haber geçti ajanslardan. Kısa bir haber. Saddam rejiminin Kürt bölgelerine kimyasal attığı ve çok sayıda ölü olduğu geçiyor haberde. O bölgeler Süleymaniye ve Halepçe olarak belirtiliyor. Bu kısa haber Halepçe Katliamı’nın Sessiz Tanık fotoğrafını çeken gazeteci Ramazan Öztürk’ü harekete geçirdi. 1988, Sabah gazetesinde savaş muhabirliği yapıyordu. Kendisinin katliamdan 10 ay önce de bölgede olduğunu anlatan Ramazan Öztürk, “O zaman Talabani ve Barzani, Saddam rejimine karşı savaşıyordu, dağlardaydılar” diyor.
Yolculuğun nasıl geliştiğine dair bilgi veren Öztürk, şöyle devam ediyor: “O zamanki haber müdürüm Ahmet Vardar’a dedim ki, eğer bu haber doğruysa çok insan ölmüş demektir. Bir katliam olmuştur. Çünkü ben oradayken hem napalm hem de kimyasal bombalar atılmıştı, gitmek istiyorum, dedim. Onay alınca hemen bölgedeki kaynaklarımla temas kurdum, tek yol vardı, Tahran’a uçtum, tabii dünyanın birçok yerinden gazeteciler de gelmişti. Ertesi gün sabahın köründe askeri bir uçakla yola çıktık. Aynı zamanda İran-Irak savaşının en yoğun devam ettiği dönemdi.”
Yaşam belirtisi yoktu
İran’ın sınır şehrinde 2 helikoptere doluştuklarını söyleyen Öztürk, “Kırmızı alarm nedeniyle 4 kez havalanıp indik, inmek zoruna kaldık. Helikopterler bizi şehrin dışındaki dağın eteğinde mezarlığın olduğu yere bıraktı. Pilotlar, belirlenen saatte aynı yerde hazır bulunmazsak, beklemeden geri gideceklerine dair ikazda bulundu. Şehir, Irak uçakları tarafından aralıklarla bombalanıyordu. Mezarlığın yanında çok sayıda çukur açılmıştı. Çukurların içinde, bombardıman sırasında otlamakta olan hayvanlar etkilenmişti. Bir kısmı ölmüş, bir kısmı can çekişiyordu. Etraftaki kapsüllerinden Halepçe’nin dışına bile çok sayıda kimyasal bomba atıldığı belli oluyordu. Yaya olarak şehre doğru yürümeye başladık. Daha sokaklara girdiğimizde ilk anlarda gördüğüm manzara bile tek başına savaşın ne kadar kirli ve acımasız olduğunu gösteriyordu. İç kesimlere doğru yürüdükçe ceset sayısı artıyordu. Koca şehir ölüm sessizliğine bürünmüştü. Bu aynı zamanda bir şehrin de ölümüydü” diyor.
Bombe baran…
Sadece 2 yaşlı insan ile karşılaştığını anlatan Öztürk, “Hâlâ ne olduğunu anlayamamış bir ruh halindeydiler. Şaşkın ve olup bitenleri anlamaya çalışıyorlardı. Kendileriyle konuşmaya çalıştım ama tek söyledikleri şey, ‘Bombe baran kırın’ oldu. Bu iki yaşlı erkek dışında sadece cesetler göze çarpıyordu. Ölüm biçimleri kötüydü, derileri morarmış, kabarmıştı. Hani kaynar su dökülünce insanın derisi su toplar ya işte öyleydi. Beş çeşit zehirli gaz atılmıştı. Cesetlerin üzerine küle benzer bir toz çökmüştü. Ölenler arasında çocukların sayısı fazlaydı. Kadınlar neredeyse tamamı çocuklarını korumak amacıyla onlara sarılmışken ölmüşlerdi. Bazı evlerde hane halkı sofra başında ölmüştü. Yine çoğu çocuktu. Böyle manzaralar karşısında dayanmak zordur. İnanamıyordum. Elinde silah olmayan sivil, çoluk-çocuk sıradan günlük yaşamlarını sürdüren bu insanları neden zehirli gazlarla öldürmüşlerdi” diye anlatıyor.
Çürük elma kokusu
Yıllar sonra Halepçe belgeselini çekmek üzere bölgeye giden Ramazan Öztürk, Sessiz Tanık fotoğrafının bilinmeyen bazı yönlerini de katliamdan sağ kurtulanlarla yaptığı röportajlardan öğreniyor. Genç bir kadın Öztürk’e şöyle anlatıyordu: “Evdeydik, misafirler vardı. 2 askeri helikopterler alçaktan uçuyordu. Önce her zamanki uçuşlardan biri sandık. İyice alçaktan uçtuklarını ve içerideki askerlerin fotoğraf çektiklerini görünce, ya bombalayacaklar ya da keşif yapıyorlardır, diye düşündük. Bir süre sonra patlama sesleri duyduk. Babam şehri bombalıyorlar sığınağa koşmamız için bağırdı. Hali vakti yerinde olanların evlerinin altında sığınaklar vardı. Hemen sığınağa koştuk. Bir süre sonra havanın kokusu değişti. Çürük elma kokusunu andırıyordu. Bu arada ahırdaki hayvanlar öksürmeye başladı. Küçük hayvanlar çırpınıyordu. Babam o zaman kimyasal atıyorlar, diye bağırmaya başladı. Bu defa dışarıya koştuk. Dumanın olmadığı yöne yani şehrin dışına giden yola doğru gittik. Bizden önce ve aynı zamanda koşuşturanlar arasında çok sayıda etkilenenler vardı. Öksürüp yere düşenler bir daha kalkamıyordu. Yerde yatanların ağızlarından köpükler çıkıyordu. Korkunç bir manzaraydı. Can pazarıydı. Bu nedenle herkes kendini kurtarmanın telaşındaydı. Büyüklerimiz, küçük su birikintilerinden bir bez ıslatın yüzünüzü koruyun dediler. Sonra o su birikintilerinin olduğu yere bomba düştü. Çoğu insan da o zaman birbirlerine sokularak öldü. Ben ve iki kardeşim uzakta kalmıştık, kurtulduk.” Böyle anlatıyor, o zaman 12 yaşında olan bu çocuk, şimdi genç bir kadın.
Katliamı o fotoğraf anlattı
Katliamı Sessiz Tanık fotoğrafı ile anlatabildiğini dile getiren Öztürk, “Çünkü bir fotoğraf bazen kitaplar dolusu anlatamadığınız bir olayı, tek başına anlatabiliyor. Bu da fotoğrafın gücünü gösteriyor” dedikten sonra şöyle devam ediyor: “Böylesine bir vahşeti nasıl anlatabilirim! Hangi yazıyla, hangi fotoğrafla? Sokakları dolaşırken Ömer Hawar ve bebeğinin cesedini görünce çok etkilendim. İçimden, işte aradığım çarpıcı enstantane bu, diye geçirdim. Diz çöktüm ve peş peşe deklanşöre bastım. Artık tek düşündüğüm şey bu fotoğrafları bir an önce gazeteme ulaştırmaktı ama nasıl? İşte bu büyük problemdi” diye anlatıyor.
Öztürk şöyle devam ediyor: “İran-Irak Savaşı devam ettiği için İran makamları dışarıya çıkartılacak filmleri kontrol ediyorlardı. Bu da zaman alıyordu. Ancak gazeteci kendisi ülkesine dönerse kontrol etmeden bırakıyorlardı. Çünkü uçak sefer sayıları kısıtlıydı. O gece dönecek olan bir televizyon ekibine filmlerimi teslim edip İran dışına çıkarabilir ve gazeteme yetiştirebilirdim ama yapamadım. Çünkü bir ajans sahibi gazete yöneticilerini kafaya almış bizlerden gelen fotoğrafları alıp kendi ajansı imzasıyla yurt dışına satıyordu, bu yüzden göndermedim. Tahran ve çevre illerdeki hastanelerde tedavi gören yaralılarla da röportajlar yaptıktan sonra Türkiye’ye döndüm.”
Basın görmezden geldi
Katliama sessiz kalındığının altını çizen Öztürk, “Halepçe’de 6 bine yakın insanın yanında aslında insanlık da öldü. Çünkü dünya sessiz kaldı. Bu fotoğraflar dünyanın en etkin gazete ve dergilerinde yer almasına rağmen ülkelerin yöneticileri ve bazı siyasetçiler, Irak ile olan menfaat ilişkileri yüzünden ses çıkarmadı. Başta komşu ülkeler sessiz kaldı. Halepçe Kürtlerin soykırımıdır. Bugün hayatta olanların önemli bir kısmı, hâlâ kimyasalın etkilerini bedenlerinde taşıyor. Mesela binlerce insan kısır kalmış. Bu da soykırımın başka bir yüzüdür. Türkiye’nin vatandaşı olan milyonlarca Kürdün Irak’taki binlerce soydaşının uğradığı katliam haberi, Türkiye basınında ancak iki sütunluk yer bulabildi. Yani Halepçe Katliamı’na dünya da sessiz ve sağır kaldı, komşu ülkeler de. Türkiye, Arap ülkeleri ve diğer Müslüman ülkeler, Batılı ülkelerle birlikte sadece izlemekle yetindi. Ve savaş süreci boyunca İngiltere, Amerika, Fransa, İtalya, Hollanda, Danimarka ve diğerleri Irak’a yardım ettiler. Batı şunu düşündü: İran İslam devrimini yıkmanın tek yolu Saddam’ı destekleyip İran’ın molla rejimini savaşla devirmekti. Şattülarap su yolu bahane edilerek savaş başlatıldı. Ve bu ülkeler Saddam’a her türlü desteği verdi” diyor.
Çıkar bitti medya gördü
Katliamın siyasi çıkarlar sona erdikten sonra güncelleştiğini kaydeden Ramazan Öztürk, şöyle diyor: “Birinci Körfez savaşından sonra Birleşmiş Milletler’in kurduğu bir ekip, Irak’ın kullandığı kimyasalları araştırdığı bir raporu var. Hangi Batılı ülke, hangi konuda, ne miktarda yardım yaptığını tek tek yazdı. Bunun içinde tüm Batılı ülkeler var. Saddam’ı, çıkar ilişkisi olan ülkeler yarattı. Ne zaman ki ilişkiler bozuldu, Halepçe Katliamı da akıllarına geldi. Yani yaklaşık iki yıl sonra. 1988’de olan katliam, Kuveyt işgal edildiğinde sanki yeni olmuş gibi gündeme getirildi. Bir sitemim de Türkiye’ye… 20 milyondan fazla Kürt vatandaşı var. Ve yıl dönümü geldiği zaman o sene Kürtlere sıcak bakılıyorsa, yönetenler de Kürtlere biraz olumlu tavır takınmışlarsa, Halepçe Katliamı gündemde yer bulabiliyor. Televizyonlar, gazeteler bahsediyor. Ama o yılın iklimi Kürtlerden yana fırtınalı geçiyorsa, kimse sözünü etmiyor. Ne acı bir şey bir insanlık suçunu zamana göre, o anki siyasi iklime göre değerlendirmek. Çok iyi hatırlıyorum 25. yıl dönümünde dönemin başbakanı, bugünün Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Erbil’e bir mesaj göndermişti. Türkiye’nin Erbil Başkonsolosu toplantıda sahneye çıktı okudu. Katliamı lanetleyen bir mesajdı. Ben de oradaydım ve çok duygulanmıştım. O dönemde Kürtler için Türkiye’de ılıman bir iklim vardı. Bir şey daha var, Türkiye’de sabahtan akşama demokratlığı ağzından düşürmeyenlerle kendilerini sol kanatta görenler, Kürt meselesi söz konusu olunca, çok zıt kutuplardaki insanlarla aynı noktada birleşiyorlar. Zaten karşıt görüşteki insanların önemli bir çoğunluğunun anlaştıkları tek konu Kürt meselesidir.”
Hâlâ haber bekliyorum
Öztürk, sözlerini şöyle noktalıyor: “Halepçe’yi Kürtler de yeterli düzeyde anlatamadı. Kimyasal mağdurlarını tedavi ettirecek tam teşekkülü bir hastane hâlâ kurulamadı. Halepçe’nin öncesini, sonrasını dünyaya anlatacak ciddi bir çalışma yapılmadı. Kürdü Kürde övmek veya acındırmak değil de Kürtlerin kim olduklarını, ne istediklerini tarafsız bir gözle anlatan, uluslararası düzeyde kabul gören bir yapıt ortaya konamadı. Bu konuda 10 yıllık bir çalışma sonucunda ortaya bir belgesel projesi çıkardım. Proje Kürdistan Meclisi tarafından kabul edilmesine rağmen hâlâ cevap beklemekteyim. Ayrıca Kak Mesut’tan ve babası adına kurulu vakfın yöneticilerinden verdikleri söz gereği haber beklediğimi de tekrar hatırlatmış olayım.”
Onun ikizi var
Meşhur fotoğrafın pek bilinmeyen hikâyesini ise şöyle anlatıyor Ramazan Öztürk: “Halepçe’nin sembolü olan Sessiz Tanık fotoğrafındaki Ömer Hawar’ın öz yeğenini buldum. Onunla röportaj yaparken o günü sordum. Katliam yapıldığı zaman 8 yaşlarındaymış. Amcası Ömer ve kucağındaki oğlunun hikâyesini şöyle anlattı: ‘Amcamın 7 kızı vardı. Ama o hep bir erkek çocuğu olsun isterdi. Sonunda yengem ikiz doğurdu, ikisi de erkek. Bombardıman başladığında, amcam kimyasal atıldığını bilmiyor, şehir bombalandı sanıyor ve erkek çocuklardan birini kundaktan çıkarıp kucağına alıyor, yengeme de diğerini sen al arkamdan koşun, diyor. Amcam alt sokakta bir akrabasının evinin altında sığınak var oraya doğru koşuyor. Tam evin önüne geldiğinde sokak kapısının basamaklarında yanlarına kimyasal düşüyor ve ikisi de orada ölüyor. Yengem ve değer kuzenlerim ise dışarı çıktıklarında bir akrabamızın pikapla kendilerini almaya geldiklerini görünce hepsi araca doluyor ama yanlarına kimyasal düşünce kurtulamıyorlar. Ben de kaçarken gözlerimden etkilendim. Daha sonra ciğerlerimde de sorun çıktı fakat en kötüsü kısır olduğumu öğrendim. Evliyim ama çocuğum olmuyor.’ Ömer Hawar’ın ikiz çocuklarının fotoğrafını yeğeninin albümünden alıp belgeselde kullandım.”